Bir bahçede iki kaya parçası…
Diğerinin varlığından, dolayısıyla aralarındaki
mesafeden habersiz, yavaş yavaş soğumuşlar, kendi köşelerinde, bir başlarına…
Onca yıl geçmiş, aynı yağmurlarda
ıslandıklarından da habersiz…
Gün olmuş, aynı kuşun ötüşüyle keyiflenmişler, biraz
ötedekinin farkına bile varmadan…
Aynı gelinciğin açışıyla büyülenmişler, aynı otların
kokusuyla…
Gün olmuş, aynı yaşlı ağacın bir kökü birini
dürtmüş, öbür kökü öbürünü… Ve güz gelince o ağacın yapraklarının kimi birinin
üzerine düşmüş, kimi öbürünün…
Aynı kar ikisinin birden örtmüş üstünü de,
birlikte üşüdüklerini bilmemişler…
Akıllarına bile gelmemiş, her bahar aralarından
akıp geçen derenin yalnız kendilerinin değil, tıpkı kendilerine benzeyen bir
başka kaya parçasının da altındaki toprağı sürüklediği… İkisi de sulara kapılıp
gitmemek için aynı çabayı göstermiş; ikisi de yıllar içinde aşınıp yele de sele
de parçalar vermiş kendinden… safralarından arınmışlar zamanla, eksildikçe
sağlamlaşarak…
Aynı bahçenin iki ucunda iki kaya parçası…
Giderek birbirlerine benzemişler, neye
benzediklerini de bilemeden…
Bir gün, o güne kadar hiç esmemiş şiddette bir
rüzgâr, altını üstüne getirmiş bahçenin… İki kayanın arasında ne varsa hepsini,
kopup sağa-sola savrulmuş dalları, kökleri zayıflamış otları-çalıları, hatta
toprağın gevşek yüzeyini bile, süpürüp götürmüş…
O kadar ki, bizim iki kaya parçasını da
oynatmış kopartmış yerlerinden, o hengâmede yuvarlanarak yaklaşmışlar
birbirlerine.
Rüzgâr, sanki görevini yerine getirmişcesine başladığı
gibi aniden durmuş. İşte o anda, iki kaya parçası, var olduklarından beri ilk
kez, birbirini görmüş.
Bütün o yıllar boyunca aynı bahçede yaşayıp da aralarında
hiçbir iletişimin olmamış olması tuhaf gelmiş ikisine de.
Ve ikisi de, bir kendine bir diğerine bakıp ne
kadar benzeştiklerini fark etmiş, şaşırmışlar.
Hoş bir duyguymuş bu, ama biraz da ürkmüşler. Çünkü
bu beklenmedik kavuşmanın sonu nereye varacak, ikisi de bilememiş. Bunun neden
şimdi olduğunu da…
Öyle ya, yıllarca aynı yerde tek başına durup
duran bir kayanın, yaşamın yani doğanın kendisine getirdiklerine-götürdüklerine
razı olarak sürdürdüğü bunca yıldan sonra, neden şimdi?
İlk şaşkınlık geçtikten sonra ikisinin aklını
da bu soru bir süre kurcalamış.
Oysa yanıt çok basitmiş: Bir araya gelebilmeleri
için belli bir boyuta erişmeleri, bütün sivri yanlarının o kuvvetli rüzgârda
hareket edebilecekleri kadar yontulması, sürüklenecek kadar hafiflemeleri
gerekiyormuş. Hatta belki bu kadar benzemeleri bile…
Derken, yağmur başlamış. İkisi de diğerinin
nasıl ıslandığını izliyormuş. Damlaların üzerinden kayıp toprağa düştüğü bir
kayayı ilk kez görüyormuş gibi. Kendisi hiç ıslanmamış, kendisi o güne kadar hiç
aynı görüntüyü oluşturmamış gibi.
O arada bu yeni yerlerinde yağmurla birlikte çamurlaşan
toprağa giderek daha sağlam biçimde yerleştiklerinin ayırdına da pek varamamışlar.
Kaderlerinin de birbirine yaklaştığının, giderek ortaklaştığının da…
Güneş açtığında birlikte kuruyup
ısınacaklarının da…
O güne kadar olan bir şeyin artık
gerçekleşmeyeceğini anlamalarına da daha varmış: Eskiden aralarından akan
derenin şimdi aynı yakasında durduklarından, suların sürükleyeceği ne varsa
birlikte karşı koyacaklar, birbirlerine siper olup daha az zedelenecekler; yeli
de seli de daha kolay atlatacaklarmış. Artık tek başına olmadıklarını anlayınca…
İçin için hissetseler de, henüz ikisi de bu
duyguya bir ad koyamıyormuş. Yan yana olmak çok hoşlarına gidiyor, içlerinin ısındığını,
eridiğini hissediyor, ama buna bir anlam veremiyorlarmış.
Çünkü bilmiyorlarmış…
Bilmiyorlarmış ki iki kaya da sevebilir
birbirini…
Sever sevmesine de, bilemezler, ne edip nasıl
birleşebileceklerini…
Kaya dediğin, kendi gücünün farkındadır belki ama
sertliğinin değil. Bu yüzdenmiş, ikisinin de sanki diğeri yanında değilmiş
gibi, hâlâ tek başınaymış gibi her an dışarıdan gelecek bir etkiye karşı hep
savunmada durması. Hatta birbirlerine karşı bile.
Ve yine bu yüzden, duygularını saklamak zorunda
hissediyorlarmış kendilerini. Sanki yumuşayacak, birden dağılıp yeniden kuma
dönüşecek, kaya olmak için yine yıllar, yıllar geçmesi gerekecekmiş gibi…
Üstelik şöyle de düşünüyorlarmış birbirlerinden
habersiz: “Ben böyle, tek başıma gayet iyiyim. Aynen ben gibi bir tane daha
kayaya niye ihtiyacım olsun ki?”
Bir süre böyle geçmiş… Ne yapacaklarını
bilemeden, yan yana ama yine de birbirinden uzak durarak…
Bir gün, üzerlerine dallarını uzatmış olan ağaç
“Zamanı geldi,” demiş ve köklerini şöyle bir oynatmış. Bu hareketle iki kaya parçası
da oynamış yerlerinden ve birazcık daha kıpırdasalar ötekine yapışacak kadar
yaklaşmışlar. Artık göz gözeymişler, ilk kez bu kadar net görebiliyorlarmış
birbirlerini.
O zaman anlamışlar ki ne kadar benzerlerse
benzesinler, hiç de ‘aynı’ değiller. Ve aslında onları bir daha ayrılmayacak
şekilde birleştirecek olan, farklılıkları.
Dahası, bir araya geldiklerinde içlerindeki
sevgiyle yaratacakları, daha önce ikisinde de olmayan yepyeni şey. Birlikte oluşturacakları
yeni bir varoluş.
Belki biraz daha zaman kaybedecekler bunu
sindirmek için, ama çok sürmeyecek, önünde-sonunda şunu da anlayacaklarmış:
Birbirini sevebilir iki kaya… Ve birleştiklerinde
yeni bir kaya oluştururlar.
İki kaya parçasından oluşan yeni ve farklı bir kaya.