12 Temmuz 2015 Pazar

BİR 'KESE' MASALI

Göğsünün tam ortasında, gözle görülmeyen ama var olduğunu kesinlikle bildiği bir kese…
Henüz bir toplu iğne başı kadarken, yalnızca bir ‘kesecik’ken farkına varılıp zamanında müdahale edilmemiş; yavaş yavaş büyüyüp kocaman bir ‘kese’ye dönüşürken bile ciddiye alınmamış; şimdiyse neredeyse sahibini kendine esir etmiş bir keseymiş bu. Evsahibi farkında olmasa bile.
İçi öfkeyle doluymuş bu kesenin… Öfke moleküllerinden oluşan bir sıvıyla.

Masal bu ya, zaman zaman bu sıvı çoğalıyor, çoğalıyor, kesenin patlama noktasına ulaşacağı bir sınıra gelip dayanıyormuş. Orası tehlikeliymiş işte. Çok tehlikeli.
Zira bir önceki patlamadan bu yana başarıyla sürdürülen özdenetimin de tükenmeye başladığı, en ufak bir destekle tümüyle yok olacağı sınır tam da buymuş.

Ve…
Kıyamet ânı!
Patlama!
İrin yeşiliyle kan kırmızısı renk karışımındaki, bir çeşit ‘ebru’ görüntüsü veren öfke sıvısı, o sırada karşısında kim varsa onun üzerine fışkırıyormuş. Neye uğradığını hiç anlayamadan, yüzünde-gözündeki, üstünde-başındaki o alacalı lekelere bakakalıyormuş karşısındaki.
Neyse ki ister aynı şiddetle karşılık verip kavgaya girişsin, ister kaçıp gitsin, sonuç değişmiyormuş: O ilk, sarsıcı-sinir zıplatıcı-iç kaldırıcı ânın geçmesiyle, lekeler de yavaş yavaş kurumaya başlıyor, giderek silikleşiyor, sonunda kayboluyormuş. Zamanın büyüsü…

Kese, her patlamanın ardından, sahibinde oluşan ferahlamadan, rahatlamadan yararlanıp yavaşça, sinsi sinsi kendini onarmaya başlıyormuş. Çeperine yapışıp kalmış birkaç öfke hücresi, yeniden bölünerek-birleşerek çoğalabilirmiş artık… Günden güne yeniden büyüyerek ve için için gülerek… Çünkü biliyormuş ki, o yuvalandığı göğüs emin bir yerdir.

Kesenin ev sahibi, bugüne kadar ne o sıvıyı tahlile göndermeyi düşünmüş, ne de o kesenin kendisiyle bağlantı noktasına bir neşter vurmayı. Bunun yerine, o ‘öfke boşaltma’ operasyonlarının verdiği hafifleme hissiyle yetinmiş, çünkü kesin çözümler pek meşakkatli görünüyormuş gözüne. Keseyi, taşınamaz boyuta ulaştığında biraz da yardımla patlatabileceğine ve yine rahat edebileceğine inanarak, güvenerek kaçınabiliyormuş bundan. Bir dahaki patlamaya kadar.
Eh, bir de o tepeden tırnağa lekelediğine bakıp “Bu ne pislik, şu haline bak,” demekle vicdanını da susturabiliyormuş ya, sorun yokmuş ona göre.
Yani, aslında varmış tabii de, o bu durumu başka şeylere yormayı, göğsünde bir küçülüp bir büyüyen bir keseyle yaşamanın verdiği sürekli bunaltıyı o keseyi konuya hiç katmadan, yok sayarak, başka adlar vererek yaşamayı yeğliyormuş. Yanlış teşhis edildiği için yanlış tedavi edilmeye çalışılan ve dolayısıyla bir türlü tam iyileşmeyen bir hastalık gibi.

Her ne kadar kesenin içindeki, gün gelip hayatına son verileceği kaygısı hep bir kenarda dursa da, oldukça güvenli bir yerde olduğu ve kimselerin kendisini göremediği defalarca kanıtlandığından, bu kaygıyı en azından şimdilik kaydıyla gözardı edebiliyormuş. Denemiş çünkü; şimdiye kadar ne zaman patlasa ve içindeki öfke sıvısını kime bulaştırsa, o kişiler kendisini görmediğinden ya ev sahibine  -biraz da onun işine gelen- sert karşılıklar veriyor, ya da dönüp arkasını uzaklaşıyormuş.

Tâ ki…

Bir gün, dehşetle fark etmiş ki kese, birisi karşısında durmuş, üstü-başı leke içinde, ve tam gözlerinin içine bakıyor! “Beni gördü!”
Evet, kese panik içinde izlerken, o –biz ona ‘üstü-başı Lekelenmiş’in kısaltılmışı olarak ‘L’ diyelim-, gözlerinin içine bakarak, yavaş yavaş kenara çekilmiş.
“O da ne? Ne yapıyor bu? Ev sahibim farkında mı? Eyvah!”
Şöyle bir dinlemiş göğsüne sıkıca tutunduğu bedeni, soluklar yavaş yavaş sakinleşiyor, bir gevşeme, o hep bildiği, bugüne kadar hep olduğu gibi… Biraz sakinleşmiş, kendini onarma çabasına yoğunlaşmaya çalışmış ama içindeki o korku fısıltıları bir türlü kesilmiyormuş.
Gerçi, ev sahibinin de keseden kalır yeri yokmuş; tam bunca yıldır görmezden gelerek yaşamayı içine nihayet sindirdiği kesenin bir başkası tarafından da görülebilmesine razı değilmiş hâlâ.
O kadar ki L, lekeler solmaya başlayıp izleri giderek silinirken yeniden her ortaya çıkışında, ev sahibiyle kese omuz omuza vermiş adeta. Henüz çoğalma tamamlanmamışken, yani patlayacak aşamaya gelmeden de olsa, ufak püskürtmelerle kendilerinden uzaklaştırmaya çalışmışlar L’yi.

Peki, L neden ısrar eder ki?
Çünkü görmüş: O kese, o göğüse hiç yakışmıyormuş, bunu görmüş bir kere. Ev sahibinin kendi göğsünde bir asalak, hem de kendisine esaslı zararlar veren bir asalak beslediğinin farkında değilmişçesine –belki de asıl zararı ondan gördüğünün sahiden farkında değilmiş-, kendine bambaşka yakıştırmalarla –hem de belki birtakım ‘hastalık’ yakıştırmalarıyla- ikna olmasınaymış isyanı.
“Ben ayan-beyan görüyorum, o nasıl görmez?” deyip duruyormuş kendine.
Üzerindeki lekeleri umursamayışı da bundanmış. Çünkü biliyormuş, haydi öyle bir güçlü duygusu/sezgisi varmış diyelim, o öfkenin kendisine yönelik olmadığına inanıyormuş. Bunun, taşıyanın kendine karşı, altedilemeyeceğine inanıldığından savaşmadan kabullenilen bir öfke olduğunu algılıyormuş. Başedilemeyince giderek bir çeşit zırha dönüştürülmüş bir öfke. Ama L biliyormuş, çünkü görüyormuş, o kıymetli, güzel göğüsteki kesenin yabancılığını, eğretiliğini…

Her neyse, L’nin ne yaşayıp düşündüğü değil konumuz şimdi, onun kesede uyandırdığı korku.
Ve tam da konumuz bu olduğundan, burada bitmiyor bu masal.
Çünkü öyle görünüyor ki L o ısrardan vazgeçeceğe benzemiyor, hiç değilse şimdilik…
Çünkü öyle kıymetli göğüslerde öyle çirkin ve zararlı keselere yer yok.
Çünkü inanıyor ki o beden o kesenin, o kendine pek güvenen asalağın gün gelip köküne kadar inecek ve onu oradan söküp atacak…
Kesenin ölümü, sağlıklı bir bedenin-ruhun-yaşamın doğuşu olacak.

İşte ancak o zaman, gökten elmalar düşecek. Üç gerekmez, iki tane yeter.
Biri ev sahibinin, öbürü L’nin başına.
Biri nihayet sahici ferahlığa ve huzura kavuşacak, hafifleyecek ve yaşamı ‘serinleyecek’, öbürününse içi artık rahat edecek.

Sevgiyle…