Henüz bir toplu iğne başı
kadarken, yalnızca bir ‘kesecik’ken farkına varılıp zamanında müdahale edilmemiş;
yavaş yavaş büyüyüp kocaman bir ‘kese’ye dönüşürken bile ciddiye alınmamış;
şimdiyse neredeyse sahibini kendine esir etmiş bir keseymiş bu. Evsahibi
farkında olmasa bile.
İçi öfkeyle doluymuş bu kesenin… Öfke
moleküllerinden oluşan bir sıvıyla.
Masal bu ya, zaman zaman bu sıvı çoğalıyor,
çoğalıyor, kesenin patlama noktasına ulaşacağı bir sınıra gelip dayanıyormuş. Orası
tehlikeliymiş işte. Çok tehlikeli.
Zira bir önceki patlamadan bu
yana başarıyla sürdürülen özdenetimin de tükenmeye başladığı, en ufak bir
destekle tümüyle yok olacağı sınır tam da buymuş.
Ve…
Kıyamet ânı!
Patlama!
İrin yeşiliyle kan kırmızısı renk
karışımındaki, bir çeşit ‘ebru’ görüntüsü veren öfke sıvısı, o sırada
karşısında kim varsa onun üzerine fışkırıyormuş. Neye uğradığını hiç anlayamadan,
yüzünde-gözündeki, üstünde-başındaki o alacalı lekelere bakakalıyormuş karşısındaki.
Neyse ki ister aynı şiddetle
karşılık verip kavgaya girişsin, ister kaçıp gitsin, sonuç değişmiyormuş: O ilk,
sarsıcı-sinir zıplatıcı-iç kaldırıcı ânın geçmesiyle, lekeler de yavaş yavaş kurumaya
başlıyor, giderek silikleşiyor, sonunda kayboluyormuş. Zamanın büyüsü…
Kese, her patlamanın ardından,
sahibinde oluşan ferahlamadan, rahatlamadan yararlanıp yavaşça, sinsi sinsi
kendini onarmaya başlıyormuş. Çeperine yapışıp kalmış birkaç öfke hücresi,
yeniden bölünerek-birleşerek çoğalabilirmiş artık… Günden güne yeniden
büyüyerek ve için için gülerek… Çünkü biliyormuş ki, o yuvalandığı göğüs emin
bir yerdir.
Kesenin ev sahibi, bugüne kadar ne
o sıvıyı tahlile göndermeyi düşünmüş, ne de o kesenin kendisiyle bağlantı
noktasına bir neşter vurmayı. Bunun yerine, o ‘öfke boşaltma’ operasyonlarının
verdiği hafifleme hissiyle yetinmiş, çünkü kesin çözümler pek meşakkatli görünüyormuş
gözüne. Keseyi, taşınamaz boyuta ulaştığında biraz da yardımla
patlatabileceğine ve yine rahat edebileceğine inanarak, güvenerek
kaçınabiliyormuş bundan. Bir dahaki patlamaya kadar.
Eh, bir de o tepeden tırnağa
lekelediğine bakıp “Bu ne pislik, şu haline bak,” demekle vicdanını da
susturabiliyormuş ya, sorun yokmuş ona göre.
Yani, aslında varmış tabii de, o
bu durumu başka şeylere yormayı, göğsünde bir küçülüp bir büyüyen bir keseyle
yaşamanın verdiği sürekli bunaltıyı o keseyi konuya hiç katmadan, yok sayarak,
başka adlar vererek yaşamayı yeğliyormuş. Yanlış teşhis edildiği için yanlış tedavi
edilmeye çalışılan ve dolayısıyla bir türlü tam iyileşmeyen bir hastalık gibi.
Her ne kadar kesenin içindeki,
gün gelip hayatına son verileceği kaygısı hep bir kenarda dursa da, oldukça
güvenli bir yerde olduğu ve kimselerin kendisini göremediği defalarca
kanıtlandığından, bu kaygıyı en azından şimdilik kaydıyla gözardı
edebiliyormuş. Denemiş çünkü; şimdiye kadar ne zaman patlasa ve içindeki öfke
sıvısını kime bulaştırsa, o kişiler kendisini görmediğinden ya ev sahibine -biraz da onun işine gelen- sert karşılıklar
veriyor, ya da dönüp arkasını uzaklaşıyormuş.
Tâ ki…
Bir gün, dehşetle fark etmiş ki
kese, birisi karşısında durmuş, üstü-başı leke içinde, ve tam gözlerinin içine
bakıyor! “Beni gördü!”
Evet, kese panik içinde izlerken,
o –biz ona ‘üstü-başı Lekelenmiş’in kısaltılmışı olarak ‘L’ diyelim-, gözlerinin içine bakarak, yavaş yavaş kenara
çekilmiş.
“O da ne? Ne yapıyor bu? Ev sahibim
farkında mı? Eyvah!”
Şöyle bir dinlemiş göğsüne sıkıca
tutunduğu bedeni, soluklar yavaş yavaş sakinleşiyor, bir gevşeme, o hep bildiği,
bugüne kadar hep olduğu gibi… Biraz sakinleşmiş, kendini onarma çabasına yoğunlaşmaya
çalışmış ama içindeki o korku fısıltıları bir türlü kesilmiyormuş.
Gerçi, ev sahibinin de keseden
kalır yeri yokmuş; tam bunca yıldır görmezden gelerek yaşamayı içine nihayet
sindirdiği kesenin bir başkası tarafından da görülebilmesine razı değilmiş
hâlâ.
O kadar ki L, lekeler solmaya
başlayıp izleri giderek silinirken yeniden her ortaya çıkışında, ev sahibiyle
kese omuz omuza vermiş adeta. Henüz çoğalma tamamlanmamışken, yani patlayacak
aşamaya gelmeden de olsa, ufak püskürtmelerle kendilerinden uzaklaştırmaya çalışmışlar
L’yi.
Peki, L neden ısrar eder ki?
Çünkü görmüş: O kese, o göğüse
hiç yakışmıyormuş, bunu görmüş bir kere. Ev sahibinin kendi göğsünde bir
asalak, hem de kendisine esaslı zararlar veren bir asalak beslediğinin farkında
değilmişçesine –belki de asıl zararı ondan gördüğünün sahiden farkında
değilmiş-, kendine bambaşka yakıştırmalarla –hem de belki birtakım ‘hastalık’
yakıştırmalarıyla- ikna olmasınaymış isyanı.
“Ben ayan-beyan görüyorum, o
nasıl görmez?” deyip duruyormuş kendine.
Üzerindeki lekeleri umursamayışı
da bundanmış. Çünkü biliyormuş, haydi öyle bir güçlü duygusu/sezgisi varmış
diyelim, o öfkenin kendisine yönelik olmadığına inanıyormuş. Bunun, taşıyanın kendine karşı, altedilemeyeceğine inanıldığından savaşmadan kabullenilen bir öfke olduğunu algılıyormuş. Başedilemeyince giderek bir çeşit zırha dönüştürülmüş bir öfke. Ama L biliyormuş, çünkü
görüyormuş, o kıymetli, güzel göğüsteki kesenin yabancılığını, eğretiliğini…
Ve tam da konumuz bu olduğundan,
burada bitmiyor bu masal.
Çünkü öyle görünüyor ki L o
ısrardan vazgeçeceğe benzemiyor, hiç değilse şimdilik…
Çünkü öyle kıymetli göğüslerde
öyle çirkin ve zararlı keselere yer yok.
Çünkü inanıyor ki o beden o
kesenin, o kendine pek güvenen asalağın gün gelip köküne kadar inecek ve onu oradan söküp atacak…
Kesenin ölümü, sağlıklı bir
bedenin-ruhun-yaşamın doğuşu olacak.
İşte ancak o zaman, gökten elmalar
düşecek. Üç gerekmez, iki tane yeter.
Biri ev sahibinin, öbürü L’nin
başına.
Biri nihayet sahici ferahlığa
ve huzura kavuşacak, hafifleyecek ve yaşamı ‘serinleyecek’, öbürününse içi artık rahat
edecek.
Sevgiyle…