22 Ağustos 2015 Cumartesi

İKİ DİZİ VE İNSAN

Yabancı diziler yayımlayan bir kanalda, bir diziye takıldım: “Zoo”.
Ve bir gün onun başlamasını beklerken de bir ikincisi dikkatimi çekti: “Falling Skies”.

Falling Skies, şu bildiğimiz ‘uzaydan gelen garip yaratıklarla mücadele’ dizilerinden. Yani hiç oturup da izlemeyeceklerimden…

Fakat, Zoo’nun etkisiyle olacak, bir- iki bölüm izlemeye karar verdim, o kadarı da yetti zaten.

Uzaydan gelmiş dev boyutlu metalik ‘efendi’ler ve onların kölesi olan 6 mı, 8 mi neyse, çok bacaklı, çirkin ötesi birtakım yaratıklar…
Metalikler, kölelerini kullanarak insanları, özellikle de çocuk yaştakileri kaçırıyor. Omuriliklerini boydan boya kaplayacak organik gibi ama ışıkları da yanıp sönen bir ‘şey’ monte ediyorlar. Ve ondan sonra da o insanları istedikleri gibi kullanıyorlar. Özellikle de yine insanlara karşı.
Amerika’nın -tabii ki- sağ kalıp yıkıntılar arasında yaşamlarını sürdürmeye çalışan kahraman yurttaşları da kendi çaplarında bir araya gelip bunlarla mücadele ediyor.
Ne kadar da ilginç, değil mi?..:)))))

Ama dedim ya beni bunu izlemeye iten Zoo oldu diye…

Zoo’nun öyküsü, günün birinde, Dünya’nın birbirinden çok farklı ve uzak köşelerinde, birbirinden çok farklı türlerdeki hayvanların hemen hemen aynı anda insanlara karşı harekete geçişleri…
Rio’yu işgal eden yarasa sürülerinden tut da, Paris’te bir evin mutfağına kadar giren ayıya, Bombay’a dehşet saçan maymunlardan Amerika’da hapishane basan kurt sürülerine kadar pek çok olay…
Bunun nedenini çözmeye çalışan bir ekip, bir ilaç firmasının kullandığı feşmekân maddesine bağlama çabaları vs… Şimdilik öykü sürüyor, nereye-neye bağlayacaklar bilmem.

Bu iki diziyi bir araya/yan yana getirince, büyük bir benzerlik fark ettim.
Fark ettim dediysem, bana öyle geldi yani. Benzerlik varmış gibi geldi yani.:)

Her ikisinde de, gerek zihinsel yetenek gerekse sahip olduğu silâhlar bakımından üstün ve dolayısıyla güçlü olan, güçsüz gördüğünü hâkimiyeti altına almak istiyor. Ezilme durumunda olan da baş kaldırıyor. Ana fikir bu.

Uzaylıların insanları köleleştirme, kendi hemcinslerine karşı kullanma, boyun eğmeyeni yok etmesi bir yanda…
Hayvanları evcilleştiren, onları ya işe koşan ya da eğlence malzemesi yapan, hatta zevk için öldüren insan öbür yanda…

Ne fark var?

Falling Skies’ı yazan-yapanlar öyle bir noktadan mı yola çıktılar, Zoo’yu yapanlar ne düşündü, bilmiyorum. Ama, ne fark var yine de?

Şu da geldi aklıma:
Dünya’ya gelen uzaylıları hep son derecede çirkin, hatta iğrenç hayal etmek… (O da bizim estetik anlayışımıza göre tabii ya, haydi artık bunu da kurcalamayalım.)
Onların buraya gelirken ille de ve ancak bizi –özellikle de insan soyunu- tüketmek amacında olabileceklerine inanmak/inandırmaya çalışmak…
Peki, insanoğlu bu hayalleri böyle kurarken, kendinden yola çıkıyor olmasın?
Bütün kötü-zalim-yıkıcı-yok edici yanlarını dış dünyalardan gelenlere yüklemekle kendini aklamaya daha doğrusu vicdanını susturmaya çalışıyor olmasın?
Haydi bırakalım avı-avcıları, hayvanat bahçeleri, sirkler, kafesler, ‘çiftlik ve ev hayvanları’ da insanın ‘tahakküm’ dürtüsünün sonuçları değil mi?
Hayvan dövüşleri tertiplemek, insanın kendini izlemesi değil de ne?

Ya savaşlar?
İnsanoğlunun kendi türdeşlerine ettikleri az mı? Kendinden zayıf olan ya da öyle varsaydıkları/sandıkları üzerinde de güç denemesi yapmıyor mu?
Ülkeler ülkelere, milletler milletlere, o dinden olan bu dinden olana, o ırkın çocukları öbürününkilere……

Daha da küçültelim ölçeği:
İkili ilişkiler pek mi farklı?
Birinin diğerine uyguladığı üstten bakma, eleştirme, yargılama, kendine benzetmeye çalışma gibi tutumlar da aynı dürtüden kaynaklanmıyor mu? ‘Hükmetme’ arzusundan?
‘Birliktelik’ten ‘sahip olmak’ı anlamak, farklı bir şey mi?

Yani demem o ki sevgili dostum, Falling Skies’ın metalik devleri haksızsa eğer, demek oluyor ki Zoo’daki hayvanlar haklıdır.:)
Yani, bir sorun varsa, o kimsede değil, insandadır…

Ve bu çıkarıma katılıyorsan, sen sen ol kimseyi hırpalama, kimseye üstten bakmaya kalkışma.
Çünkü her insan, senin kadar ‘insan’. Ne daha iyi, ne daha kötü. Ne daha değerli senden, ne daha değersiz.

Yine de ‘farklı’ mısınız? Ne güzel işte. ‘Sahip’ olma, efendilik taslama, birlikte zenginleş o zaman.

Sevgiler sana….
























2 Ağustos 2015 Pazar

YOL

Yol’u yol yapan, ‘yürümek’tir.
Üzerinde yürünmeyecekse ne yolun varlığının bir amacı-anlamı vardır, ne de güzel olup olmamasının.
Yaşamak, yürümek’tir zaten.
Ve kimi yürüyüşçü varacağı son noktayı kollar, kimiyse yürümenin kendisini.

‘Hiçbir yere varmayan yol’ saçma bir söz. ‘Öyle sanılan’ olabilir en fazla ki, onu da yürümeden bilemezsin. Bu tanım, ya beklediğinden-umduğundan uzun sürdüğündendir , ya da sonunu göremeyişinden. Yol'un asıl çekiciliği tam da buradadır belki de, o 'sonu bilinmez'liğindedir. Güzel olup olmadığını da bilemezsin yürümeden. Durduğun yerden sana güzel görünenin gerçekten öyle olup olmadığı da üzerinde yürümeden anlaşılmaz.

Ve her yol, bir yere varır eninde sonunda.

‘Bu gidişin –yürüyüşün- sonu yok’ sözü de aslında ‘kötü/çirkin/istenmeyen bir yere varacak’ anlamına gelir ya, o da bir son’dur aslında. Bunun da yolun güzel olmasıyla hiç ilgisi yok zaten… Güzel bir yoldan geçip berbat bir yere varmak da olası olduğuna göre… Ya da tersi…

Hayat bu, varacağı yeri bildiğini düşündüğün yolun sonu, seni olumlu ya da olumsuz, hiç beklemediğin bir noktaya ulaştırabilir.
Vardığın her yer-her nokta da, oraya vardığın zamana ve ‘o zamandaki sen’e göre farklı anlam ve değer taşıyabilir.
Aynı yere varan bir başkasına da bambaşka görünebilir.
Yani her yol her yere varabilir, yürüyene göre.

Demem o ki dostum, ‘hiçbir yere varmayan yol’ yoktur, tam tersine, her yol birden fazla yere çıkar. Üzerinden kaç kişi yürüyüp sonuna vardıysa, o kadar çok yere.

Aslolan ‘yürümek’tir, ‘yürüyebilmek’tir.
Nereye varacağını hesaplamadan. Hesaplasa bile, her an o hesapta yanıldığını –olumlu ya da olumsuz yönde- görebilme olasılığını saklı tutarak… ..ki çoğunlukla da böyle olur.

Kaldı ki öyle ya da böyle, her varış noktası, bir başka yolun başlangıcı.

‘Yol’ dediğin aslında bütün bir hayat. Ve aslında köşende, kımıldamadan oturduğun yerde bile yol’dasın, bir çeşit yürümek’tesin.
O yüzden en iyisi yerinden doğrulup yürümek, yürümekte olduğunun bilincine vararak.

Peki, o yürüdüğün yol güzel mi? Niye?

Örneğin yemyeşil bir ormanın içinden geçen bir yol birine göre çok güzel, temiz, tam yürünesi bir yol olabilir. Oysa bir başkası için hiç de öyle değildir. Eğer börtü-böcekten, vahşi hayvanlardan ödü patlayan biri ise yürüyen, onun için bir kâbustur aynı yol.
Ve o korkan kişi ayaklarının ucuna basarak sessizce yürürken sen büyük bir rahatlıkla, içtiğin suyun boş şişesini-yediğin sandviçin kâğıdını sağa-sola atarak ardında giderek kirlenen ve çirkinleşen bir yol bırakıyor da olabilirsin.
Yanında yürüyen ya da arkandan gelecek olan için hiç de o kadar güzel değildir o yol artık.

Demek ki her şey sana, bakışına, yürüyüşüne bağlı. Çünkü yolu yol yapan da, güzelleştiren de, güzel kalmasını sağlayan da üzerinde yürünmesidir, nasıl yüründüğüdür, yürüyendir. Varacağı ya da varmayacağı hiçbir şey/yer, yolu değiştirmez.

Belki de şöyle denebilir:
Bizim başında durarak ya da bir fotoğrafına bakarak ‘güzel’ dediğimiz her yol, güzelliğini üzerinde yürünsün diye açılmış bir yol olmasından alıyor.
Sonuçta varmak ya da var(a)mamak yolun değil, yürüyenin konusu.
O yüzden yolu seyretme. Kalk, yürü. Varış’a değil, yürüyüş’e odaklan.

Yürü.
Yaşa.

Sevgiler, sevgili dostum…