“Seni şimdi bir yabancı
gibi karşıma alıp,
Sanki senden bahsetmiyormuş gibi yapıp,
Sanki benden bahsetmiyormuş gibi yapıp,
Hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi
Fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana.”
Bu kez, yazıya girizgâhı Birhan
Keskin yapsın istedim. Çünkü benim niyetim de aynı
şeyi anlatmak. Tek fark, o kadar da ‘bahsetmiyormuş gibi’ yapmaya çalışmayacak
olmam.
Çünkü konu ‘Sevgi’, konu ‘Aşk’. Fırtınasıyla, huzuruyla aşk.
Bazı aşk ilişkileri ardı ardına başlayıp biten fırtınalarla hayat
buluyor. Sanki onlardan besleniyormuş gibi, sürekli bir ‘çatışmasızlık’ hâli
neredeyse batıyor o ilişkinin taraflarına, heyecanlarını kaybedeceklerine
inanıyorlar. Bu yüzdendir, o durup durup maraza çıkartmalar…
Bazen de yalnızca bir taraf, aslında olmayan, yalnızca olabilme
ihtimaliyle bile varmış gibi sarsabilen fırtınalar yaşar ya… O fırtınanın
şiddetini kendi içinde arttırıp giderek ona kapılır ve yok yere bir dehşete
düşer ya…
Bir şeyler yapması, bunu engellemesi gerektiği fikrine öyle kaptırır ki kendini,
ilişkiyi bitirecek bir şeyler yapar, sırf o olası fırtınadan kaçınmak için.
Kendine gelebileceğine inandığı bir zarardan kurtulmak uğruna, zarar vermeyi
göze alır.
Bir vakit, bir ilişkimde ben de yaşadım bunu. Yani ben de ürktüm,
korktum ve işin doğrusu, ortada elle tutulur bir sorun da yokken öyle şeyler
söyledim-yaptım ki hayatımda bir anda ne ilişki kaldı, ne de o insan.
Şimdilerde yeniden hatırlıyorum o durumu, zira bir benzeriyle
karşılaştım.
İnsan bu tutumu takınırken şöyle düşünüyor:
“Öyle fena bir şeyler yapayım/söyleyeyim ki o benden uzaklaşsın. Daha da
önemlisi öncelikle kendi yolumu keseyim. Böyle bir davranıştan kendimi öyle
utandırayım ki dönmem mümkün olmasın. Tükürdüğümü yalamak durumunda kalmayayım.”
Başkalarını bilmem, ben böyle düşündüydüm o zaman. Eh, amaçladığım
sonucu da aldım, ne yalan söyleyeyim…
Aradan uzun zaman geçtikten sonra düşünüyorum da, o sırada içimde sinsi bir
umut da yok değildi.
“Ben yangını başlattım, her şeyi küle çevirmeye çalıştım ama, o bundan
yılmasın, sevgisine sahip çıksın, ısrar etsin.. …ki benim de dönmeye yüzüm
olsun.”
O, bunu yapmadı. Büyük olasılıkla sandığım/umduğum kadar sevmiyordu
beni, onu iyice anlamış oldum. Yani hem kâr, hem zarar.
Ama bir şey öğrendim: İlişkilerde deney yapmak doğru değil, hiç sağlıklı
değil. Ve diğer kişiye büyük haksızlık.
Yapılması gereken, eğer niyetin iyiyse, güzel bir şeyler yaşamaksa,
hepsinden önemlisi karşındakini seviyorsan, bırak fırtına çıkartmayı, daha da
huzurlu olmanın yollarını ara-bul-yarat-yaşat.
Herkes, ya da muhatabın aynı oranda huzurlu-sakin olmayabilir, geçinmeye gönlün varsa sen
öyle ol.
Gerçekten sevip sevmediğini test etmenin bir yolu da budur:
Fırtına karşısında ne yapıyorsun?
Kara bulutları ufukta görünce, hatta “Hava biraz serinler gibi mi oldu,
ne?” aşamasında hemen başlıyor musun pılını-pırtını toplamaya?
Yoksa üzerine kalınca bir şeyler giyip bir kuytuya girerek o fırtınanın
yatışmasını mı bekliyorsun?
Ya da binanın duvarlarındaki en ufak çıtırtıya kulak kabartıp onu duyunca
anında kaçıp kurtulmaya mı bakıyorsun, yoksa ilk işin o duvarı sağlamlaştırmaya çalışmak
mı oluyor?
Bunlara benzer pek çok soru sorulabilir, cevaplar önemli.
Cevaplar, neyi nasıl yaşadığını, nasıl yaşama şansın-imkânın olduğunu
gösterecek.
Bu düşünceleri kuşkusuz kendi yaptığımın bana da yapılması üzerine
geliştirdim. Ve gördüm ki öğreneceklerimiz bitmiyor.
Öğrendim ki aslolan sahiden de ‘huzur’dur.
Bunu yaşamak ve yaşatmak için de her türlü huzursuzluğu, fırtına
boyutunda olsa bile göze almak gerekiyor.
Eğer içinde sahiden sağlam bir ‘sevgi’ varsa ona sahip çıkmak, gereğinde
alttan almak ve fırtınaların en az hasarla geçmesine çalışmak hiç de zor değil. İsteyince pekâlâ yapılabiliyor.
Bazen, sana tokat atmak için kalkmış bir eli tutup öpersin, gözlerinin tâ içine sevgiyle bakarsın ve her şey bir anda tersine döner. Bunu yapmak ne küçültür insanı, ne değersizleştirir. Tersine, sevginin gerçekliğini anlatmanın bir yolu da budur; eh, sahiden sevmiyorsan da zaten yapamazsın bunu.
Kaldı ki bu da insanın gururla taşıdığı o duyguya karşı bir borcu. Elbette fazlasıyla
karşısındakine de.
Yaşaya yaşaya öğreniyoruz işte. Göre göre… Tanık ola ola…
Ve öğreniyoruz zamanla: Gerçek aşk o kadar az bulunur ve kıymetli bir duygu ki, onun için yapacağın hiçbir şey seni eksiltmiyor, değersizleştirmiyor.
“O bana yapmadan ben ona yapayım, o benim huzurumu kaçırmadan ben
onunkini kaçırayım, o beni terk etmeden ben onu terk edeyim…..”
Bu gibi düşünceleri ola ki deneyimlerimiz sokuyordur kafamıza. Kötü
deneyimler… Moral bozucu tanıklıklar…
Ama her insanın da, her ilişkinin de, her aşkın da ‘unique’ olduğunu biliyorsak eğer,
bu bakıştaki sağlıksızlığı ve bize getireceği olası kayıpları da
düşünebilmeliyiz.
Pekiiiii, şimdi ben bu yazıyı, yine Birhan Keskin’den dizelerle bitirmez miyim?
Bitiririm:
“Beni bu siyah boşluğun
içine
bırakma,
derin bir zaman istedim senden, ama
bana onu verme! Ne kışa ne yaza uygun
kalbim, çatlat aramızdaki donmuş dili.”
Sevgiler sana… Çok…:)
(Gustav KLIMT - "The Kiss")