10 Ocak 2016 Pazar

SORUN 'FETVA' MI?

Bilinçli ya da değil, bir şeyleri sürekli birbirine karıştırıyor ya da gözden kaçırıyoruz gibi geliyor bana.
Toplumda gördüğümüz birtakım olumsuzluk-hata-yanlış-suç gibi durumları dönüp dolaşıp bugünkü iktidara mâlediyoruz.
Taciz-tecavüz vb. olaylarından tutun da Kürt illerinde yaşananlara kadar.
Sorumluluklarından kaçmanın bir yolu da bu oldu gibi sanki...

Oysa bunların hiçbiri yalnızca bugünün, son 13-14 yılın gerçekleri değil.

Taciz de, tecavüz de, ensest de, aile içi şiddet de, insan hakkı ihlâlleri de, kitlesel aşağılama ve zulüm de; bunlara karşı sessiz-duyarsız kalmak da, tepkisizlik de ezelden beri vardı, şimdi de var. Toplumun her kesiminde var üstelik.

Neden kimsenin sesi çıkmıyordu?
Öncelikle olayların mağduru olanlar ya da tanık ve yakınları dışında pek kimsenin haberi olmuyordu.
Ama hepsi bu kadar değil.
İster ‘Dinî öğreti’ isterse o lânet olası sakat ‘Terbiye anlayışı’, en azından bunları dillendirmeye engel oluyordu.
“Kol kırılır, yen içinde kalır,” denen o şahane ‘terbiye’!
“Kan kusup kızılcık şerbeti…..” muhabbetinin hastalıklı egemenliği!

En basit bir örnek size:

İlkokul 5. Sınıfta, taşınma sonucu uzaklaştığım okuluma otobüsle gitmek durumunda kalmıştım.
Kızılay-Aşağı Ayrancı arasındaki hatta her gün aynı saatteki o otobüse binen ve her gün yolculuk boyunca otobüste olan ne kadar kız çocuğu varsa dayanarak-sürtünerek taciz eden bir adamla birlikte.
Elbette, kaçınılmaz olarak, kurbanlarından biri de bendim.
Ankara’nın bu kadar kalabalık-karmaşık olmadığı, otobüs sefer sayısının sayılı olduğu zamanlar...
Her gün o seferle yolculuk eden kimseler de hep aynıydı.
Ve elbette hepsi bizleri de en azından göz aşinalığı boyutunda tanırdı, o adamı da.
Okul çıkışı o otobüse binmek üzere durağa her gidiş, otobüse her biniş kâbus gibiydi. “Oturmak zaten mümkün değil ama arka sahanlıkta falan bir köşe bulsam, en azından sırtımı sağlama alsam…” kaygısı... Adamı görüp yaklaştığını izlerkenki yürek çarpıntısı, korku…
Kimseye bir şey söylemedim, söyleyemedim.
Neden mi?
Çünkü o otobüste her gün bizimle birlikte gidip-gelen insanlardan biri, ilaç için bir tek tanık bile, yalnızca izlemekle yetinmeyip “Hop!” demedi bu sürekli duruma. Kimse çıtını çıkarmadı.
O ‘Büyükler’ bir tek kelime etmezken bana/bize de susup kendini kollamaya çalışmaktan başkası düşmüyordu çünkü.
Utanan sadece bizlerdik çünkü. Yani o sapığın küçük kurbanları.
Evde, anneme söyleseydim ne olurdu?
Bir daha o otobüse binmememin bir yolu bulunurdu büyük olasılıkla ve o adamın da bir kurbanı eksilirdi, bu kadarla kalırdı.
‘Kırılan kol’ bizdik yani, yen de A.A.-Kızılay otobüsü ahalisi.

İşte böyledir bu millet.
Eskiden de böyleydi, hep böyle.

Peki şimdi değişen ne? 
Aslına bakarsanız ülkenin pek çok yerinde çok da değişiklik yok bence. Kollar kırılmaya, yenlerin içi ağzına kadar dolmaya devam ediyor çok yerde.

Değişense, bu koca toplumun sadece bir kısmının, olan-bitenden daha fazla haberdar olmaya başlaması... Sosyal medya sayesinde olayların hızla duyulması... Ayrıntıların ardı ardına ortaya serilmesi.
Bir de tabii en önemlisi, artık bugünün kız çocuklarının ‘büyükler’inden bir şey beklememeleri gerektiğini nihayet öğrenmeye başlamış olması. Bilinçlenmesi.
İtirazın sesinin yükselebilmesi.

Diyanet’in şu meşhur ‘fetva’sının yeni bir şey olduğuna inanıyor musunuz sahiden?

Tamam, kabul edilemezdi. Ama iyi düşünün, böyle açık cümlelere dökülmese de, zaten anlayış ve pratik bu, değil mi?
Memleketin dört bir yanında kız çocukların babalarının-ağabeylerinin tacizine uğraması için Diyanet’in fetvasına kim ihtiyaç duyuyor ki?

O metin, hâkim anlayışın o pedofillerin yüreğine bir su serpmesi, “Rahat ol, zaten dinimiz de buna bir şey demiyor, devam et, keyfine bak,” demesinden başka bir şey değil. Toplumun böyle olaylara vermesi muhtemel tepkilere karşı bir önlem, sadece. Sonraki açıklamalar falan da zevahiri kurtarmaya, daha doğrusu zihniyetin üstüne yeni bir örtü sermeye çalışmaktan ibaret. El kadar kız çocukların koca koca adamlarla(=pedofillerle) evlendirilmesine cevaz verenler, başka nasıl düşünüyor olabilir ki zaten? 

Yani asıl değişen, bu toplumun bugüne kadar kenarda duran o “sessiz onaylayıcı”larının şimdilerde yüksek sesle konuşarak kendilerini açık edecek mevkilere gelmesidir.
Yani sorun bazı pedofiller genel müdür olmadıkça ve/veya Diyanet fetva vermedikçe bu toplumun pedofiliyle ciddi bir çatışmasının olamamasıdır.
Yani sorun mevcut iktidarın yeni pedofiller üretmesi değil, zaten var olan pedofiliyi sorun etmeyenlerin iktidarda olmasıdır.
Çünkü sorun bir pedofilin falanca kurumun genel müdürü olması değildir; genel müdür olsun-olmasın bu toplumda pedofillerin geçmişten beri var olmasıdır.

Bu iktidar onları yakalasa bile cezasız mı bırakıyor?
Evet. En azından genel müdür olanlar için, evet.
Peki, daha önce nasıldı bu işler?
Bilmiyoruz ki…
Bu toplumun -bir kısmının- pedofiliyle bugünkü gibi bir mücadelesi yoktu ki…

Cezasızlık, günümüzün en önemli sorunlarından biri, tamam. Ve bunu doruğa çıkartan da bu iktidar. Üstelik yalnız bu değil, hemen her konuda.

Yine de dikkat etmemiz, gözden kaçırmamamız gereken bir şey var:
Olmayan suçun cezası da cezasızlığı da olmaz.

Ve eline-beline hâkim olan ahlâklı biri de ne nasılsa din hoşgörüyor diyerek 9 yaşındaki kızına hallenir, ne de cezasızlığa güvenerek.
Bu toplumun asıl sorunu iktidardakiler değil, toplumun bütünündeki ahlâk -ya da temelde cinsellik- sorunudur.
O otobüsteki tek suçlu o sapık değildi, her gün göz göre göre küçücük kız çocuklarının taciz edilmesini izlemekle yetinenler de aynı suçun ortağıydılar.
Bu kadar basit.
Ve bu iktidar ahlâkımızı bozmadı, iktidar olarak ahlâksızlığımızın boyutlarını ortaya çıkardı. Artık yüzleşmekten kaçamayacağımız kadar açığa.

Bu iktidarın bir özelliği belki de şudur:
Bütün çağdışılıkları, çağın gelişmeleri yüzünden/sayesinde ayan-beyan ortada.
Bu toplumun bütün geleneksel suçlarını bunlar da fazlasıyla işliyor(Kürt illerindeki durum da farklı değil); en önemli fark onların eskilerden daha pervasız, bizim ise her adımlarını anında görebiliyor, gözleyebiliyor olmamız.


Tüh! Şansa bak!































1 Ocak 2016 Cuma

Bir 'DİYARBAKIR' ya da 'UTANÇ' yazısı...

Şu kısacık Amed/Diyarbakır ziyaretinin hangi saatinde, kimi görünce, hangi sözleri işitince gözyaşlarımı tutamadım, hangi anlarda birisi boğazımı sıkıyormuş gibi hissettim?
Neler izledim, sırtıma yüklenen fillerin sayısı her dakika artıyormuşçasına?
Kimleri gördüm?
Onların yüzleri, ifadeleri, bakışları nasıldı?
Sesleri, sözleri nasıl, hangi duygularla çıkıyordu ağızlarından?
Neler söylediler-anlattılar?
Nasıl davrandılar?
Onlara bakanlar, onları görenler, dinleyenler ne durumdaydı?
Kısaca, izlenimler?

Ne yazayım, sana neleri, nasıl anlatayım diye düşünürken, içimin yavaş yavaş boşaldığını hissettim.
Aslında beynimin içindekileri dökmeye direndiğini söylemek daha doğru olacak galiba.

Garip mi? Bence değil.
Bak, bunu uzunca açıklayabilirim işte:

Tuhaf, karmaşık, birbirine dolanmış ruh halleri…
Oraya gidip tanıklıklar oluşmadan önce taşıdıklarım neler idiyse, yüklenip geldiklerim de çok farklı değil. Galiba tek fark, ağırlıklarının katmerlenerek artmış olması, 'sahicilik'in ezici baskısı.

Kendimi sanki o okuduklarıma, o haberlere-fotoğraflara-video görüntülerine inanmamış da “Dur hele, gidip kendi gözlerimle göreyim,” demiş gibi hissettim.
Utandım bundan.

Havaalanına ayak bastıktan sonra konuştuğum ilk kişinin, beni Sümerpark’a götüren genç taksi şoförünün “Barış için mi geldiniz? Bir işe yarayacak mı?” sorularıyla karşılandım.
Mahcup hissettim kendimi. Doğrusu, utandım.

Toplantı salonunda başta Sur olmak üzere kentte-bölgede yaşayan ve bize içinde bulundukları durumun ayrıntılarını, neler yaşayıp hissettiklerini anlatmak üzere kürsüye çıkanları dinledikçe yüküm arttı.
Utancım da.

İçlerinden birinin “Türkiye'mize hoş geldiniz,” gibi bir cümle kurduğunu duyduğumda gerçek anlamını/derinliğini kavramam biraz sürdü ve sonuç çok sarsıcı oldu. "Türkiye'miz... Bizim Türkiye'miz ve bir de sizinki..."
Çok utandım.

Yürüyüşümüze katılan Diyarbakırlıların hemen hepsinden “Siz geldiniz, o yüzden bugün ortalık çok sakin, sayenizde,” gibi sözleri duymak fena halde sarstı. Üstelik çok seyrek, tek-tük de olsa ilerilerde bir yerlerden silah sesleri bize kadar ulaşırken.
İşte bundan da çok utandım.

Belediye eşbaşkanlarından biraz soluk almak için oturduğumuz pastanedeki garsonlara, herkesin o sıcacık, o sevecen, o sanki yıllardır özledikleri bir dostları gelmişçesine karşılmalarından, ağırlama çabalarından etkilenmemek mümkün değildi.
Utandım.

Daha çok şey sayabilirim ve hepsi aynı sözcükle bitecek: Utandım.

Neden dersen sevgili dostum;

Yüz küsur kişi bir araya gelip “Gidelim, ellerini tutalım, onlara sarılalım. Ama ondan da önemlisi, oradaki izlenimlerimizi dönünce herkese aktaralım,” diyerek, bu ihtiyaç ve dürtüyle yola çıkmak durumunda olmaktan utandım. Orada bu gerekçeyle, bu amaç ve nedenle bulunmaktan utandım.

Gidişimden haberdar olanların Diyarbakır izlenimlerimi bu kadar merakla bekliyor olmasından utandım… Sanki hiç kimsenin nerede olduğunu, ne olup neler yaşandığını bilmediği, haber almanın da ulaşmanın da mümkün olmadığı bir yere, uzaya falan gitmiş de dönüyormuşum gibi… (Yoksa öyle mi?)

Gelip de oturunca klavyenin başına, neleri yazmam-nasıl anlatmam gerektiğini iyi düşünmek durumunda olmaktan utandım. Yazdıklarımın/yazacaklarımın birilerini bir şekilde/ciddi ölçüde etkilemesi kaygısıyla ve özeniyle yazma gereği duymaktan da. Bunu gerekli kılan ortamın da, birilerinin de hâlâ var, hem de azımsanmayacak kadar olmasından da… Bu gerçeği yaşamaktan utandım.

Hele şu, dostlarımın-arkadaşlarımın bana Diyarbakır’a gitmekle çok büyük-önemli-kahramanca bir iş yapıyormuşum gibi bakmalarından-bu yollu sözlerinden o kadar utanıyorum ki…
Bu daha gitmeden bile hissettirilenden, orada, o ortamda ve koşullarda yaşayanların yüzlerine-gözlerine baktıkça öyle utandım ki…


Daha ne diyeyim?

Haydi gel, asıl ben sana sorayım:

Neden merak ediyorsun “Bakalım neler görmüş, neler anlatacak,” diye?
Aylardır okuduklarımdan-izlediklerimden çok da farklı şeyler görmedim. Hangi anlatacağım pek özel ve ilginç olabilir ki? Neden?

Neyi-nasıl anlatırsam anlatayım, yazmış olmaktan öteye geçebilir miyim?
Gördüklerimin, dinlediklerimin izlerinin ne kadarını sana aktarabilirim? Benden sana geçebilse bile ne kadar gerçek kalabilirler ki?

Üzülüyor musun?
Kaygı duyuyor musun?
Öfkeleniyor musun?
Merak ediyor musun?
Sen de utanıyor musun?

Bu topraklarda yaşayan herhangi bir insanım ben. Tıpkı senin gibi.
Bunlar, şu gidip gördüklerim, çoğunu gitmeden de bildiğim şeyler aylardır yaşanıyor orada. Ben biliyorum da sen bilmiyor musun? Neden? Mazeretin ne?
Ben bu duyguları aylardır yaşıyorum. Hissedebilmek için bana neden ihtiyacın var senin?
Bunu hiç düşündün mü?

Bak ne diyorum:

Amed/Diyarbakır’dan bunlardan başka hiçbir şey anlatmayacağım sana.
Yine aylardır, nerede ne görsem, ne haber alsam sana da aktarmaya, senin de öğrenmene yol açmaya çalışıyorum. Buna böyle devam edeceğim. Hepsi bu kadar.

Çünkü yakın çevrede sıkılmadığı zaman bile sürekli gaz kokusu solunan bir kentin sokaklarında yürümek nedir-nasıldır, yazarak hakkıyla aktaramam zaten…
Tependen ardı ardına geçen F-16’ların korkunç cayırtısından ürkerken bir yandan da ne dediğini duymaya çalıştığın kişinin hiç irkilmeden, böyle bir şey olmuyormuş gibi istifini hiç bozmadan konuşmasına devam ettiğini görmenin attığı tokadı nasıl anlatayım sana?

Evet, bunu okuyan sevgili insan…

Gittim-geldim ve lâfı döndürüp dolaştırıp biraz da sana yükleniyorum. Belki de haksızlık ediyorumdur.
Kusuruma bakma artık.
Şu uzunca yazıda durmadan ‘Utandım’ dedim ya, onun da kusuruna bakma. 
Çünkü çok utandım ben, hâlâ da utanıyorum.

Belki yine gideceğim… Belki çok kez daha, şimdiden bilemem… Belki daha uzun süreler için bile…
Ama hep utanarak… Öyle görünüyor ki uzunca bir süre de hep böyle olacak.

İşte bu kadar.

İlle de 'izlenim' mi? O da şöyle olsun haydi:


























Bilmem, anlatabildim mi?

Sevgiler...