21 Kasım 2015 Cumartesi

SÖYLE

Ne hissediyorsan doya doya yaşa ve muhatabına yüksek sesle söylemekten çekinme.

Olumlu ya da olumsuz fark etmez.

Seni insan, seni sen yapan unsurların en önemlisi, gerçek hazinen, duyguların.

Şöyle ya da böyle duruşlar, önyargılar, kalıplar ya da vitrin uğruna onları yabana atma. Üstlerini örtme, başka renklere boyama. Sakın kendine saklama.

Zira bir gün, o duyguları esirgediği kimseler ölüp gidiyor ve göğsünde ağır, kocaman bir taşla kalakalıyor insan. Kendisi söyle(ye)meden ölmemişse…

Sevgiler sana.

























Marc CHAGALL 

“Between Darkness and Night (Entre chien et loup)”













10 Kasım 2015 Salı

FIRTINA?

“Seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp,
 Sanki senden bahsetmiyormuş gibi yapıp,
 Sanki benden bahsetmiyormuş gibi yapıp,
 Hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi
 Fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana.”


Bu kez, yazıya girizgâhı Birhan Keskin yapsın istedim. Çünkü benim niyetim de aynı şeyi anlatmak. Tek fark, o kadar da ‘bahsetmiyormuş gibi’ yapmaya çalışmayacak olmam.
Çünkü konu ‘Sevgi’, konu ‘Aşk’. Fırtınasıyla, huzuruyla aşk.

Bazı aşk ilişkileri ardı ardına başlayıp biten fırtınalarla hayat buluyor. Sanki onlardan besleniyormuş gibi, sürekli bir ‘çatışmasızlık’ hâli neredeyse batıyor o ilişkinin taraflarına, heyecanlarını kaybedeceklerine inanıyorlar. Bu yüzdendir, o durup durup maraza çıkartmalar…

Bazen de yalnızca bir taraf, aslında olmayan, yalnızca olabilme ihtimaliyle bile varmış gibi sarsabilen fırtınalar yaşar ya… O fırtınanın şiddetini kendi içinde arttırıp giderek ona kapılır ve yok yere bir dehşete düşer ya…
Bir şeyler yapması, bunu engellemesi gerektiği fikrine öyle kaptırır ki kendini, ilişkiyi bitirecek bir şeyler yapar, sırf o olası fırtınadan kaçınmak için. Kendine gelebileceğine inandığı bir zarardan kurtulmak uğruna, zarar vermeyi göze alır.
Bir vakit, bir ilişkimde ben de yaşadım bunu. Yani ben de ürktüm, korktum ve işin doğrusu, ortada elle tutulur bir sorun da yokken öyle şeyler söyledim-yaptım ki hayatımda bir anda ne ilişki kaldı, ne de o insan.

Şimdilerde yeniden hatırlıyorum o durumu, zira bir benzeriyle karşılaştım.
İnsan bu tutumu takınırken şöyle düşünüyor:
“Öyle fena bir şeyler yapayım/söyleyeyim ki o benden uzaklaşsın. Daha da önemlisi öncelikle kendi yolumu keseyim. Böyle bir davranıştan kendimi öyle utandırayım ki dönmem mümkün olmasın. Tükürdüğümü yalamak durumunda kalmayayım.”
Başkalarını bilmem, ben böyle düşündüydüm o zaman. Eh, amaçladığım sonucu da aldım, ne yalan söyleyeyim…
Aradan uzun zaman geçtikten sonra düşünüyorum da, o sırada içimde sinsi bir umut da yok değildi.
“Ben yangını başlattım, her şeyi küle çevirmeye çalıştım ama, o bundan yılmasın, sevgisine sahip çıksın, ısrar etsin.. …ki benim de dönmeye yüzüm olsun.”
O, bunu yapmadı. Büyük olasılıkla sandığım/umduğum kadar sevmiyordu beni, onu iyice anlamış oldum. Yani hem kâr, hem zarar.

Ama bir şey öğrendim: İlişkilerde deney yapmak doğru değil, hiç sağlıklı değil. Ve diğer kişiye büyük haksızlık.

Yapılması gereken, eğer niyetin iyiyse, güzel bir şeyler yaşamaksa, hepsinden önemlisi karşındakini seviyorsan, bırak fırtına çıkartmayı, daha da huzurlu olmanın yollarını ara-bul-yarat-yaşat.
Herkes, ya da muhatabın aynı oranda huzurlu-sakin olmayabilir, geçinmeye gönlün varsa sen öyle ol.

Gerçekten sevip sevmediğini test etmenin bir yolu da budur:
Fırtına karşısında ne yapıyorsun?
Kara bulutları ufukta görünce, hatta “Hava biraz serinler gibi mi oldu, ne?” aşamasında hemen başlıyor musun pılını-pırtını toplamaya?
Yoksa üzerine kalınca bir şeyler giyip bir kuytuya girerek o fırtınanın yatışmasını mı bekliyorsun?
Ya da binanın duvarlarındaki en ufak çıtırtıya kulak kabartıp onu duyunca anında kaçıp kurtulmaya mı bakıyorsun, yoksa ilk işin o duvarı sağlamlaştırmaya çalışmak mı oluyor?

Bunlara benzer pek çok soru sorulabilir, cevaplar önemli.
Cevaplar, neyi nasıl yaşadığını, nasıl yaşama şansın-imkânın olduğunu gösterecek.

Bu düşünceleri kuşkusuz kendi yaptığımın bana da yapılması üzerine geliştirdim. Ve gördüm ki öğreneceklerimiz bitmiyor.
Öğrendim ki aslolan sahiden de ‘huzur’dur.
Bunu yaşamak ve yaşatmak için de her türlü huzursuzluğu, fırtına boyutunda olsa bile göze almak gerekiyor.
Eğer içinde sahiden sağlam bir ‘sevgi’ varsa ona sahip çıkmak, gereğinde alttan almak ve fırtınaların en az hasarla geçmesine çalışmak hiç de zor değil. İsteyince pekâlâ yapılabiliyor.
Bazen, sana tokat atmak için kalkmış bir eli tutup öpersin, gözlerinin tâ içine sevgiyle bakarsın ve her şey bir anda tersine döner. Bunu yapmak ne küçültür insanı, ne değersizleştirir. Tersine, sevginin gerçekliğini anlatmanın bir yolu da budur; eh, sahiden sevmiyorsan da zaten yapamazsın bunu.
Kaldı ki bu da insanın gururla taşıdığı o duyguya karşı bir borcu. Elbette fazlasıyla karşısındakine de.
Yaşaya yaşaya öğreniyoruz işte. Göre göre… Tanık ola ola…
Ve öğreniyoruz zamanla: Gerçek aşk o kadar az bulunur ve kıymetli bir duygu ki, onun için yapacağın hiçbir şey seni eksiltmiyor, değersizleştirmiyor.

“O bana yapmadan ben ona yapayım, o benim huzurumu kaçırmadan ben onunkini kaçırayım, o beni terk etmeden ben onu terk edeyim…..”

Bu gibi düşünceleri ola ki deneyimlerimiz sokuyordur kafamıza. Kötü deneyimler… Moral bozucu tanıklıklar…
Ama her insanın da, her ilişkinin de, her aşkın da ‘unique’ olduğunu biliyorsak eğer, bu bakıştaki sağlıksızlığı ve bize getireceği olası kayıpları da düşünebilmeliyiz.

Pekiiiii, şimdi ben bu yazıyı, yine Birhan Keskin’den dizelerle bitirmez miyim?
Bitiririm:

“Beni bu siyah boşluğun içine bırakma,
 derin bir zaman istedim senden, ama
 bana onu verme! Ne kışa ne yaza uygun
 kalbim, çatlat aramızdaki donmuş dili.”


Sevgiler sana… Çok…:)



(Gustav KLIMT - "The Kiss")