2 Haziran 2014 Pazartesi

İKİ KAYA PARÇASININ MASALI

Bir bahçede iki kaya parçası…
Diğerinin varlığından, dolayısıyla aralarındaki mesafeden habersiz, yavaş yavaş soğumuşlar, kendi köşelerinde, bir başlarına…
Onca yıl geçmiş, aynı yağmurlarda ıslandıklarından da habersiz…
Gün olmuş, aynı kuşun ötüşüyle keyiflenmişler, biraz ötedekinin farkına bile varmadan…
Aynı gelinciğin açışıyla büyülenmişler, aynı otların kokusuyla…
Gün olmuş, aynı yaşlı ağacın bir kökü birini dürtmüş, öbür kökü öbürünü… Ve güz gelince o ağacın yapraklarının kimi birinin üzerine düşmüş, kimi öbürünün…
Aynı kar ikisinin birden örtmüş üstünü de, birlikte üşüdüklerini bilmemişler…
Akıllarına bile gelmemiş, her bahar aralarından akıp geçen derenin yalnız kendilerinin değil, tıpkı kendilerine benzeyen bir başka kaya parçasının da altındaki toprağı sürüklediği… İkisi de sulara kapılıp gitmemek için aynı çabayı göstermiş; ikisi de yıllar içinde aşınıp yele de sele de parçalar vermiş kendinden… safralarından arınmışlar zamanla, eksildikçe sağlamlaşarak…
Aynı bahçenin iki ucunda iki kaya parçası…
Giderek birbirlerine benzemişler, neye benzediklerini de bilemeden…

Bir gün, o güne kadar hiç esmemiş şiddette bir rüzgâr, altını üstüne getirmiş bahçenin… İki kayanın arasında ne varsa hepsini, kopup sağa-sola savrulmuş dalları, kökleri zayıflamış otları-çalıları, hatta toprağın gevşek yüzeyini bile, süpürüp götürmüş…
O kadar ki, bizim iki kaya parçasını da oynatmış kopartmış yerlerinden, o hengâmede yuvarlanarak yaklaşmışlar birbirlerine.
Rüzgâr, sanki görevini yerine getirmişcesine başladığı gibi aniden durmuş. İşte o anda, iki kaya parçası, var olduklarından beri ilk kez, birbirini görmüş.
Bütün o yıllar boyunca aynı bahçede yaşayıp da aralarında hiçbir iletişimin olmamış olması tuhaf gelmiş ikisine de.
Ve ikisi de, bir kendine bir diğerine bakıp ne kadar benzeştiklerini fark etmiş, şaşırmışlar.
Hoş bir duyguymuş bu, ama biraz da ürkmüşler. Çünkü bu beklenmedik kavuşmanın sonu nereye varacak, ikisi de bilememiş. Bunun neden şimdi olduğunu da…
Öyle ya, yıllarca aynı yerde tek başına durup duran bir kayanın, yaşamın yani doğanın kendisine getirdiklerine-götürdüklerine razı olarak sürdürdüğü bunca yıldan sonra, neden şimdi?
İlk şaşkınlık geçtikten sonra ikisinin aklını da bu soru bir süre kurcalamış.

Oysa yanıt çok basitmiş: Bir araya gelebilmeleri için belli bir boyuta erişmeleri, bütün sivri yanlarının o kuvvetli rüzgârda hareket edebilecekleri kadar yontulması, sürüklenecek kadar hafiflemeleri gerekiyormuş. Hatta belki bu kadar benzemeleri bile…

Derken, yağmur başlamış. İkisi de diğerinin nasıl ıslandığını izliyormuş. Damlaların üzerinden kayıp toprağa düştüğü bir kayayı ilk kez görüyormuş gibi. Kendisi hiç ıslanmamış, kendisi o güne kadar hiç aynı görüntüyü oluşturmamış gibi.
O arada bu yeni yerlerinde yağmurla birlikte çamurlaşan toprağa giderek daha sağlam biçimde yerleştiklerinin ayırdına da pek varamamışlar. Kaderlerinin de birbirine yaklaştığının, giderek ortaklaştığının da…
Güneş açtığında birlikte kuruyup ısınacaklarının da…

O güne kadar olan bir şeyin artık gerçekleşmeyeceğini anlamalarına da daha varmış: Eskiden aralarından akan derenin şimdi aynı yakasında durduklarından, suların sürükleyeceği ne varsa birlikte karşı koyacaklar, birbirlerine siper olup daha az zedelenecekler; yeli de seli de daha kolay atlatacaklarmış. Artık tek başına olmadıklarını anlayınca…

İçin için hissetseler de, henüz ikisi de bu duyguya bir ad koyamıyormuş. Yan yana olmak çok hoşlarına gidiyor, içlerinin ısındığını, eridiğini hissediyor, ama buna bir anlam veremiyorlarmış.

Çünkü bilmiyorlarmış…
Bilmiyorlarmış ki iki kaya da sevebilir birbirini…

Sever sevmesine de, bilemezler, ne edip nasıl birleşebileceklerini…
Kaya dediğin, kendi gücünün farkındadır belki ama sertliğinin değil. Bu yüzdenmiş, ikisinin de sanki diğeri yanında değilmiş gibi, hâlâ tek başınaymış gibi her an dışarıdan gelecek bir etkiye karşı hep savunmada durması. Hatta birbirlerine karşı bile.
Ve yine bu yüzden, duygularını saklamak zorunda hissediyorlarmış kendilerini. Sanki yumuşayacak, birden dağılıp yeniden kuma dönüşecek, kaya olmak için yine yıllar, yıllar geçmesi gerekecekmiş gibi…
Üstelik şöyle de düşünüyorlarmış birbirlerinden habersiz: “Ben böyle, tek başıma gayet iyiyim. Aynen ben gibi bir tane daha kayaya niye ihtiyacım olsun ki?”

Bir süre böyle geçmiş… Ne yapacaklarını bilemeden, yan yana ama yine de birbirinden uzak durarak…

Bir gün, üzerlerine dallarını uzatmış olan ağaç “Zamanı geldi,” demiş ve köklerini şöyle bir oynatmış. Bu hareketle iki kaya parçası da oynamış yerlerinden ve birazcık daha kıpırdasalar ötekine yapışacak kadar yaklaşmışlar. Artık göz gözeymişler, ilk kez bu kadar net görebiliyorlarmış birbirlerini.
O zaman anlamışlar ki ne kadar benzerlerse benzesinler, hiç de ‘aynı’ değiller. Ve aslında onları bir daha ayrılmayacak şekilde birleştirecek olan, farklılıkları.
Dahası, bir araya geldiklerinde içlerindeki sevgiyle yaratacakları, daha önce ikisinde de olmayan yepyeni şey. Birlikte oluşturacakları yeni bir varoluş.

Belki biraz daha zaman kaybedecekler bunu sindirmek için, ama çok sürmeyecek, önünde-sonunda şunu da anlayacaklarmış:

Birbirini sevebilir iki kaya… Ve birleştiklerinde yeni bir kaya oluştururlar.
İki kaya parçasından oluşan yeni ve farklı bir kaya.