“Biliyorum,” derken aslında “Anlıyorum,” mu
demek istiyoruz acaba?
“Anladım,” demek, artık “Biliyorum,”
diyebilmeyi de sağlar mı?
Galiba karıştırıyoruz bu ikisini zaman zaman.
Söyleyen de karıştırabiliyor, dinleyen de… Eğer bunu yaşamışsan belki de bu yüzdendir,
birinin seni anlamaya çalışmasından gözünün korkması. Sır olarak saklamaya
çalıştığın, yalnızca sana ait ‘bilgi’lerin de ortaya serileceği fikridir seni korkutan.
Her ne kadar gözlemlemek-dinlemek-izlemek-değerlendirmek
gerektirse de ‘anlamak’ aklın tek başına becerebileceği bir şey değil, bir o kadar da yürek işi. Yani anlamanın içinde ağırlıklı olarak duygu var bence.
Birini -hatta kendini de- anlamaya çalışıyorsa, yapıp-ettiklerinin,
söylediklerinin hangi nedenlerle, hangi koşullarda gerçekleştiğini çözmeye
çalışır insan.
Sorusu “Ne?” değildir. “Neden böyle davranmış
olabilir? Niye böyle söyledi? Niçin
-bana/ona/orada/o gün/hep/herkese- böyle bir tutum
alıyor olabilir?....” gibi.
Belki biraz kabule, hatta bazen de mazeret
bulup affetmeye yönelik bir çaba bu. Bunun için kesin bilgiler aramazsın,
sadece görüp işittiklerini yorumlamaya çalışırsın.
Oysa ‘bilgi’ kesindir, öyle olmalı. ‘Yarım’sa, ‘yanlış’sa,
o zaten bilgi değildir, bal gibi ‘bilmiyorsun’dur, o kadar. Eğer bilgi varsa ne
tahminlerde bulunmaya gerek var, ne de fazladan bir anlama çabasına.
Nereden geldik buraya?
Lou Andreas Salomé’nin yaşamını, şiirlerini
okurken takıldım birden.
Hani şu, karşılaştığı, aralarında Nietzsche’nin,
Freud’un, Rilke’nin de bulunduğu erkeklerin hemen hepsinin büyüsüne kapılmaktan
kendini alamadığı kadın.
İlk karşılaşmalarında Lou’ya vurulmuş Nietzsche,
ikincide evlenme teklif etmiş. Reddedilmiş, diğer pek çok erkek gibi. Öyle etkilenmiş
ki, kadınlara düşman oluşunun nedeni olarak Lou gösterilse de, bir yandan da
Zerdüşt’ü yazması için ondan ilham aldığını söylemiş durmuş Nietzsche.
Ve şu
şiirini Lou’ya adamış:
"Gidene kal demeyeceksin...
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yaraşır.
Hiç kimseye hak ettiğinden fazla değer verme,
yoksa...
değersiz hep sen olursun...
Düşün Kim üzebilir seni, senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu, sen
istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır, sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme,
tükettirme içindeki yaşam sevgisini...
Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm, cehennemi
de.
Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm, pes etmeyi
de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir
sahnede buldum
Oynadım. Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum
anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde, hem kızdım hem
güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine;
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan, düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredeceksin.
Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundan.
Anladım."
Evet, ‘anlamak’ böyle bir şey işte; yaşadıklarından sonuç
çıkartmak, yorumlamak, onu hayatla eşleştirmek bir bakıma. Yaşanmışlıklarla
değil, onlardan çıkartabildikleriyle sürdürmek yaşamı.
Oysa Lou’nun Nietzsche’ye yazdığı şiir, başka bir iddiada:
“Bir ben biliyorum
Yorgun gözlerinin altındaki halkaların
Ebemkuşağı olduğunu ve
İstediğinde yedi renk bakabileceğini,
Siyah saçlarındaki akların aslında
Hırçın dalgaların gelgitlerinden oluşan
Köpüklerin bulaşığı olduğunu…
Bir ben biliyorum
Yüreğinin severken
Ölmekten değil de öldürmekten korktuğu için
Tir tir titrediğini,
Kayboluşlarında kendini bulup
Her şeye yeniden başlama hevesini
Yalnızlığının nasıl kursağında bıraktığını
Bir ben biliyorum.
Dağların eteklerine ziller takıp
Hızla doruklara kaçışından olduğunu
Ruhunun serin esintisinin,
Hayatın çarmıhına
Yalpalarda çürüyen tahtaların
Paslı çivileriyle gerildiğini
Bir ben biliyorum.
Her kundaklama sonrası
Ormanlarının zehrini
Bir hışımla genzine çektiğini
Bu yangınlarla
Ciğerinin de yandığını
Yine de hiç ağlamadığını
Bir ben biliyorum.
Bu şehrin goncalarını bile sevmediğini
İnim inim inleyen gecelerinde
Demlenemediğini
Bir ben tanıyorum
Ve bir ben seviyorum adamım seni bu şehirde adam
gibi…”
Buyurun bakalım. “Biliyorum,”
diyor.
Nietzsche sohbetlerinde hayatının bütün hikâyesini en ince
ayrıntısına kadar anlattıysa, hem de yalnızca ona anlattıysa, tamam. …ki, hiç
sanmıyorum.
O halde Lou’nunki ‘bilmek’ midir, ‘anlamak’
mı?
Bildikleri yüzünden mi reddetmiştir
Nietzsche’yi, yoksa anladıkları yüzünden mi?
Kaldı ki ardından “bir
ben seviyorum adamım seni bu şehirde adam gibi “ de diyor.
Anlamak belki evlenmesine yetmiyor ama sevmesine engel değil.
Ya da şöyle diyebiliriz: Sevdiği için anlamaya çalışıyor ve anladığı için
seviyor.
Çünkü zaten Lou’nun hayata bakışında evliliğin bir anlamı
yok, hatta aşka zarar verdiğini, onu yok ettiğini düşünüyor.
Özetlersek, çok karışık bu bilme/anlama
işleri sevgili dostum…
Ve bu karışıklıktır ki
ilişkilerimizde çoğunlukla çok zorluyor bizi. Özellikle yalnızca ‘bilinmek’
değil ‘anlaşılmak’ da istemeyenler söz konusuysa.
Ve biz, anlamayı sevginin ayrılmaz bir
parçası, bir gerekliliği görenler ve öyle yaşayanlar içinse iş daha da zor.
Bu düşünceler çarpışıp dururken kafamın içinde, şu şarkıyı da hatırlamamak olmazdı.
Jean GABIN’den “Maintenant Je Sais” (Şimdi Biliyorum). Sözlerinin Türkçe’si
şöyle:
"Küçücük
bir yumurcakken, üç elma boyunda,
Koca
bir adam gibi, yüksek sesle diyordum ki
BİLİYORUM,
BİLİYORUM, BİLİYORUM, BİLİYORUM!
Başlangıçtı daha, ilkbahardı
Ama on sekiz yaşına geldiğimde
BİLİYORUM, dedim, tamam, bu kez BİLİYORUM
Ama bugün, geriye bir göz attığımda
Bir ömür geçirdiğim Dünya'ya bakıyorum da
Hâlâ her gün nasıl döndüğünü bile bilmiyorum.
25 yaşına doğru, artık her şeyi biliyordum:
Aşkı, gülleri, hayatı ve parayı...
Evet, aşk mesela, her şeyini yaşamıştım!
Neyse ki, arkadaşlarım gibi, işim bitmemişti daha
Hayatımın ortasında, başka şeyler de öğrendim
Ve öğrendiğim şu üç dört kelimeden ibaretti:
“Sevildiğiniz gün, günlük güneşlik oluyor”
Daha ne diyebilirim, günlük güneşlik!
Ve hayatımın sonbaharına geldiğim şu günlerde
Hâlâ hayretle görüyorum ki
Hüzün dolu pek çok gece unutuluyor da
Bir mutluluk sabahı akıldan hiç çıkmıyor.
Gençliğimde hep BİLİYORUM demek istedim
Yalnızca daha çok aradım ve daha az bildim.
Saat 60’ı vurdu,
Ben hâlâ penceremde, bakıyorum ve kendimi sorguluyorum.
Artık biliyorum! Biliyorum ki asla bilinemez!
Hayat, aşk, para, dostlar ve güller…
İnsan asla bilemez, seslerini ve renklerini.
Bütün bildiğim bu! Ama bunu, BİLİYORUM!"
(Şarkı: Jean Gabin, 1974
Sözler: Jean-Louis Dabadie)
İşte
böyle. Özellikle bizler gibi 60’ını devirenlerin Gabin’den öğrenmesi gereken, aslında
hiçbir şeyin bilinemeyeceği.
Bir de tabii, hüzün dolu pek çok gecenin
unutulduğu, bir mutluluk sabahınınsa akıldan hiç çıkmadığı.
Öyle sabahlara uyanalım hep.
Sevgiler...
(Bu
arada, her iki şiirin de çevirenini bulamadım.)