15 Eylül 2016 Perşembe

ÇIKIŞ

Hani o “Bunalıyorum,” var ya… O “Daraldım,”, “Patlayacağım artık,”lar falan…

Bir an için dur. Derin soluklar al. Derin… Derin…
Gevşer gibi oldun mu?
İyi. Şimdilik bu kadarı bile yeter.

Haydi düşün biraz: Nereden, nasıl girdin bu dolaşık yumağın içine?
Kim soktu bu çıkmaza seni?
Gerçekten, yaşamı böyle bir kısır döngüye dönüştürmeyi kim becerebilir, insanın kendisinden başka?
Senden başka kim bu kadar sıkı bağlayabilir elini-kolunu?

Peki, kurtulmak mı istiyorsun bundan?
Evet, haklısın, kurtulmalısın da. Acilen.

Dışarıda başına gelebilecek her şey, bir labirentin içinde çıkışı bulacağım diye oradan oraya dönüp durmaktan, soluksuz kalmaktan daha iyidir. Çünkü orada her ne çıkarsa çıksın karşına hazırlıklısındır, bir çaresini arar, bulursun.
Bulamayabilir misin? Elbette. Ama bir anlamı olur o çabanın da.
Onca zaman, kan-ter içinde duvarlara toslaya toslaya boş yere dolanmaktan bin kere iyidir.

Hem, unutma, sen ördün elceğizlerinle o duvarları; yine ve ancak sen yıkabilirsin.

Hiç de zor değil.

Meselâ şöyle:

 :))))))

İşte böyle.

Sevgiler sana… Çok…


(Karikatür: Marco Melgrati)



9 Eylül 2016 Cuma

AĞAÇ

Ben, bir ağaç’ım.
Uzun kış günlerinde çırılçıplak, sessizce beklerim.
Baharla birlikte şöyle bir silkinirim, doğrulurum, yeniden tomurcuklanır, yeşillenirim.
Günü gelince çiçeğe dururum, sonra onları olgunlaştırıp meyveye dönüştürürüm.
Benimle işte asıl bu zamanda ilgilenir insanlar. Birden, çiçeklerimin fotoğraflarını çektikleri günlerden çok daha fazla kıymete binerim. Dallarıma asılır, aşağıya çeker, kopartıp yerler meyvelerimi.
Esirgemem, yüksekte kalıp da yetişemediklerini iyice olgunlaşınca dökerim ki olabildiğince yararlansınlar. Ne yani, kendim yiyecek değilim ya…
Ha, bir de yağmur başladığında gözlerine takılan ilk sığınaklardan biriyimdir. Hoş, güneş açar açmaz çoğu başlarını bir kere bile çevirip bana bakmadan yürüyüp giderler ya, olsun varsın.
Hatta o rahatça toplasınlar diye yere döktüğüm meyvelerin parlak-şık ayakkabılarını kirlettiğinden şikâyet edenler bile çıkar.
İnsanlar böyle, ne diyebilirim ki? Canları sağ olsun.

Ben bir ağaç’ım.
Eh, ben de yorulurum.
Gücüm azalır, önce sararan yapraklarım giderek kızarır, kurur. Daha fazla taşıyamam onları, dökülürler.
Kimi uçup gider, uzaklaşır çevremden, kimi toprağıma karışır, yeniden bana döner, beni besler.

İşte böyle bir döngüdür hayat.

Ben, bir ağaç’ım.
Dallarım üzerindeki meyvelerin ağırlığından eğildiğinde de, kupkuru dallardan ibaret kaldığımda da, bir ağaç’ım ben.

Bütün ağaçlar gibi beklemeyi bilirim.
Baharı-baharımı, insanları-insanımı beklemeyi bilirim.
Beklerim.

Ben, pıtrak gibi çiçeklenmemi sağlayan güneşi de, taze yeşilden kuru kahverengiye dönüşen yapraklarımı da, köklerimi bile titreten soğuğu da unutmuyorum. Ve hepsiyle birlikte hâlâ ayaktayım, hayattayım.
Ya sen?
Ben, baharımın yine geleceğini biliyorum, buna yürekten inanıyorum, o sayede yaşıyorum.
Ya sen?










Bak, şu aralar kupkuru olan dallarımın seni ve herkesi yağmurdan koruduğu yemyeşil günleri hatırlatmak için şemsiyelerle donattım kendimi.

Nasıl, bu giysimi beğendin mi?
Sana da baharı hatırlattı mı? 
O ılık, umut dolu günleri, hatırlattı mı?












Ben, bir ağaç’ım.
Beklemeyi bilirim: Bahar’ımı.


Sevgiler sana.






27 Ağustos 2016 Cumartesi

KALEM









Bu ahşap oyma bıçaklarının hepsinden bende de var. Hatta övünmek gibi olmasın ama daha farklı olanları da.
Bunca tanış olduğum bu bıçakları bir fotoğrafta böyle yan yana özenle sıralanmış gördüğümdeyse, birden, bir kutuya dizilmiş kalemler gibi göründüler gözüme. Farklı boyda, farklı kalınlıklarda –hatta farklı renkte- kalemler…



Eh, şimdi “Herkesin kendini anlatmak için kendine has bir dili, her dilin de kendine has ‘kalemleri’ var,” desem, çok mu yanlış olur?
Yani, ressamın fırçasının, heykeltıraşın keskisinin, müzisyenin çalgısının, oymacının bıçağının işlevi, yazarın kaleminden farklı mı?

İzleyene/okuyana ulaşabilmek, kendini ifade etmek-meramını anlatmak için seçilen farklı yollar hepsi…
“Ben de varım, söylemek istediklerim var, onlar da budur işte,” demenin türlü yolları.

Ya konuşmak, o farklı mı? Konuşmanın 'kalemi' de sözcükler değil mi?
Herkesin kendine has bir dili yok mu?
Buradaki kastım, aynı ‘lisanı’ konuşanların da farklı ‘dilleri’ olduğu.

Şöyle bir düşün; ikimiz de sözcükleri, dizilimi bire bir aynı olan bir cümle bile kursak, söylediğimiz/söylemek istediğimiz de tamı tamına aynı mıdır? Hiç de şart değil.
Söyleyenin söylerken düşündüğü-hissettiği ile dinleyenin algısı-duygulanımı farklı olabiliyor pekâlâ. Söyleyenin kastettiği ile dinleyenin anladığı ille de örtüşmeyebiliyor.

Pek çok anlaşmazlığın nedeni de bu değil mi zaten?
“Seni seviyorum,”un bile yanlış anlaşıldığı olmuyor mu?
Onun bile söyleyen için ağırlığı-yoğunluğu-değeri, muhatabı için farklı olmuyor mu?
Ağzına öyle denk geldiği için söyleyiverenin ciddiye, içtenlikle, derinden gelerek söyleyenin hafife alındığı olmuyor mu?

Belki de bundandır… Bu yüzdendir, sözün yetmediğindendir kaleme, çeşitli ‘kalem’lere sarılmalar...
“Ey insan, ey sen, sözle olmuyor; al bir de bunu dene. Oku, izle, dokun, dinle… Böylece anla, kavra, inan,” çabasıdır.
Kendini dile getirme arayışıdır.

Oysa ne yazı, ne resim, ne heykel, ne oyma gerekmeliydi, meselâ “Seni seviyorum,”u anlatabilmek için.
Zavallı insan…

Bak, bir fotoğraftaki oyma bıçakları aklıma neler getirdi, nereden nereye sürükledi konuyu.
Belki de bu hâli anlatabilecek asıl söz şudur: “Hiç aklımdan çıkmıyor ki…”..:)))

Sevgiler sana, çok. İyi ol, hep.





30 Temmuz 2016 Cumartesi

BİRAZ 'JAPON' OLMALI

Çok iyi hatırlıyorum, çocukluğumda, örneğin kıymetli sayılan bir porselen tabak kırıldığında, ustasına verilir ve ‘perçin’ yaptırılırdı.
Şöyle bir şey:



Yakın zamana kadar bende de anısı yüzünden sakladığım, anneannemden kalma bir porselen, perçinli servis tabağı vardı. Bir kez daha kırıldı ve atmak zorunda kaldım. 
O günlerde bilseydim iki gün önce öğrendiğimi, şimdi belki de hak ettiği yerde, baş köşede duruyor olurdu o tabak. Bir kez daha üzüldüm.

“Kintsugi”. 
Twitter’da izlediğim bir arkadaş sayesinde haberdar olduğum bir Japon el sanatı.

Yaklaşık 600 yıldır devam eden ve gelenekselleşen bu sanatın en kaba tanımı “Kırılan eşyayı onarmak.”
Onarmak, ama nasıl?
Çok özel ve doğal yapıştırıcı-verniklerle, değerli metallerin –özellikle altın- tozlarının da eklenmesiyle onarmak. Epeyce uzun süren ve çok aşamalı, ayrıntılı bir uygulama aslında.
Bugün elimizde çok çeşitli –hatta birine de ‘Japon’ adını verdiğimiz- yapıştırıcılar var ve işi beş dakikada tamamlamak mümkün elbette. Ama bunun yerine günlerce sürebilen bu işlemi yeğlemek tam da Japonlara yakışan bir seçim.

Japonların, onları diğer Dünya kültürleri arasında çok özel bir yere oturtan inceliklerle yüklü yaşam-doğa-dünya-evren algıları olduğunu bilmeyenimiz yok.

Kintsugi de, o inceliklerden birinin hayata yansıması işte. Ve pek çok Japon sanatı gibi onun da kendine özgü bir felsefesi var.

Buna göre eşyanın da insanlar gibi bir yaşamı, bu yaşam boyunca aldığı hasarları, yaraları var. Kuşkusuz, bunlar yüzünden çektiği acılar ve çıkarttığı dersler de... Sonuçta hepsi birer anıya dönüşüyor. Bunlara sahip olduğu için ya da bu sayede, artık eskisinden daha güzel ve değerlidir. Eşya da, insan da.

Şöyle diyorlar: “Önemli olan kırılanın deformasyonlarını gizleyerek ‘eskisinden daha iyi’ ya da ‘yeni gibi’ bir hale getirmek değil. Onu ‘hiç zarar-hasar görmemiş, sapasağlam’ göstermeye çalışmak değil. Tam tersine bunları olabildiğince ortaya çıkartmak."


Ola ki Japonların anlatmak istedikleri kimi olumsuz duygularını bile birtakım zarif hareketlere yükleyerek ifade etmeleri de aynı yaklaşımın sonucudur.
Her türlü duyguya da tıpkı kendi kusurları gibi sahiplenmek…
Gizlememek, ama kırmadan-dökmeden derdini anlatmak…

Şu kısaca özetlediğim bakış açısına ilişkin yazıları okuduktan sonra ilk aklıma gelen “Tüh! Bunu daha önce bileydim keşke, anneannemin 100 küsur yıllık sevgili tabağını daha da değerlendirerek yaşatabilirdim,” demek oldu. Belki de “Değerini ortaya çıkartarak,” ifadesi daha doğru.

Ardından kendi hasarlarıma-yaralarıma döndüm. Onları -ya da onlarla- ne yaptım?
Açık yüreklilikle söyleyebiliyorum ki hepsini hiç gizlemeden taşıyabiliyorum. Hatta bazen gerekmese bile başkalarına söyleyerek/anlatarak da...
Bunu övünerek mi söylüyorum? Belki biraz… Bu tutumun da epeyce zararını görmüş olmakla birlikte, yine de biraz… Olsun varsın.

Bir de, eksikliklerini-yoksunluklarını-yaralarını-zaaflarını yani nedeni çeşitli ‘deformasyonlarını’ saklamak için deli gibi çaba gösterenlere bir kez daha acıdım şimdi.
Hepsinin ne kadar değerli, ne büyük zenginlik olduğunu çözemeyenlere, onları da madalya gibi taşıyamayanlara…
Anlaşılmaktan, ‘görülmekten’ çekinenlere.
Sırf bu yüzden, yenilerini yaşamaktan ölesiye korktuğu için olası güzellikleri de elden kaçıranlara…

Kintsugi örnekleri için fotoğraf ararken bir de şunu gördüm:



Sembolik, hatta biraz da ‘çirkin/kaba’ sayılabilecek bir uygulama örneği, kabul. Ama yine de anlatmak istediğine katılıyorum:
Ustaca onarılmış bir kalp, hiç kırılmamıştan daha değerli olabilir.
Hani, “Bir şey bir kere kırılmışsa, ne kadar onarsan da eskisi gibi olmaz,” sözü var ya… İlk okuyuşta olumsuz bir doğruluğu var gibi gelebiliyor insana.
Oysa onu kırmakla ilk öğrenebileceğimiz şey ‘kırılgan’ olduğu. Ve evet, artık eskisi gibi değildir. Çünkü artık çok daha değerlidir.



Keşke hepimiz biraz ‘Japon’ olabilsek…

Sevgiler sana, sevgili dostum.





12 Temmuz 2016 Salı

BİLMEK / ANLAMAK

“Biliyorum,” derken aslında “Anlıyorum,” mu demek istiyoruz acaba?
“Anladım,” demek, artık “Biliyorum,” diyebilmeyi de sağlar mı?

Galiba karıştırıyoruz bu ikisini zaman zaman. Söyleyen de karıştırabiliyor, dinleyen de… Eğer bunu yaşamışsan belki de bu yüzdendir, birinin seni anlamaya çalışmasından gözünün korkması. Sır olarak saklamaya çalıştığın, yalnızca sana ait ‘bilgi’lerin de ortaya serileceği fikridir seni korkutan.

Her ne kadar gözlemlemek-dinlemek-izlemek-değerlendirmek gerektirse de ‘anlamak’ aklın tek başına becerebileceği bir şey değil, bir o kadar da yürek işi. Yani anlamanın içinde ağırlıklı olarak duygu var bence.

Birini -hatta kendini de- anlamaya çalışıyorsa, yapıp-ettiklerinin, söylediklerinin hangi nedenlerle, hangi koşullarda gerçekleştiğini çözmeye çalışır insan.
Sorusu “Ne?” değildir. “Neden böyle davranmış olabilir? Niye böyle söyledi? Niçin 
-bana/ona/orada/o gün/hep/herkese- böyle bir tutum alıyor olabilir?....” gibi.
Belki biraz kabule, hatta bazen de mazeret bulup affetmeye yönelik bir çaba bu. Bunun için kesin bilgiler aramazsın, sadece görüp işittiklerini yorumlamaya çalışırsın.
Oysa ‘bilgi’ kesindir, öyle olmalı. ‘Yarım’sa, ‘yanlış’sa, o zaten bilgi değildir, bal gibi ‘bilmiyorsun’dur, o kadar. Eğer bilgi varsa ne tahminlerde bulunmaya gerek var, ne de fazladan bir anlama çabasına.

Nereden geldik buraya?
Lou Andreas Salomé’nin yaşamını, şiirlerini okurken takıldım birden.
Hani şu, karşılaştığı, aralarında Nietzsche’nin, Freud’un, Rilke’nin de bulunduğu erkeklerin hemen hepsinin büyüsüne kapılmaktan kendini alamadığı kadın.

İlk karşılaşmalarında Lou’ya vurulmuş Nietzsche, ikincide evlenme teklif etmiş. Reddedilmiş, diğer pek çok erkek gibi. Öyle etkilenmiş ki, kadınlara düşman oluşunun nedeni olarak Lou gösterilse de, bir yandan da Zerdüşt’ü yazması için ondan ilham aldığını söylemiş durmuş Nietzsche.

 Ve şu şiirini Lou’ya adamış:

 "Gidene kal demeyeceksin... 
Gidene kal demek zavallılara, 
Kalana git demek terbiyesizlere, 
Dönmeyene dön demek acizlere, 
Hak edene git demek asillere yaraşır. 
Hiç kimseye hak ettiğinden fazla değer verme, yoksa... 
değersiz hep sen olursun... 
Düşün Kim üzebilir seni, senden başka? 
Kim doldurabilir içindeki boşluğu, sen istemezsen? 
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen? 
Kim yıkar, yıpratır, sen izin vermezsen? 
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen? 
Her şey sende başlar, sende biter... 
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşam sevgisini... 

Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm, cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum
Oynadım. Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde, hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine;
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan, düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredeceksin.
Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundan.
Anladım."

Evet, ‘anlamak’ böyle bir şey işte; yaşadıklarından sonuç çıkartmak, yorumlamak, onu hayatla eşleştirmek bir bakıma. Yaşanmışlıklarla değil, onlardan çıkartabildikleriyle sürdürmek yaşamı.

Oysa Lou’nun Nietzsche’ye yazdığı şiir, başka bir iddiada:


“Bir ben biliyorum
Yorgun gözlerinin altındaki halkaların
Ebemkuşağı olduğunu ve
İstediğinde yedi renk bakabileceğini,
Siyah saçlarındaki akların aslında
Hırçın dalgaların gelgitlerinden oluşan
Köpüklerin bulaşığı olduğunu…

Bir ben biliyorum
Yüreğinin severken
Ölmekten değil de öldürmekten korktuğu için
Tir tir titrediğini,
Kayboluşlarında kendini bulup
Her şeye yeniden başlama hevesini
Yalnızlığının nasıl kursağında bıraktığını
Bir ben biliyorum.

Dağların eteklerine ziller takıp
Hızla doruklara kaçışından olduğunu
Ruhunun serin esintisinin,
Hayatın çarmıhına
Yalpalarda çürüyen tahtaların
Paslı çivileriyle gerildiğini
Bir ben biliyorum.

Her kundaklama sonrası
Ormanlarının zehrini
Bir hışımla genzine çektiğini
Bu yangınlarla
Ciğerinin de yandığını
Yine de hiç ağlamadığını
Bir ben biliyorum.

Bu şehrin goncalarını bile sevmediğini
İnim inim inleyen gecelerinde
Demlenemediğini
Bir ben tanıyorum
Ve bir ben seviyorum adamım seni bu şehirde adam gibi…”

Buyurun bakalım. “Biliyorum,” diyor.
Nietzsche sohbetlerinde hayatının bütün hikâyesini en ince ayrıntısına kadar anlattıysa, hem de yalnızca ona anlattıysa, tamam. …ki, hiç sanmıyorum.

O halde Lou’nunki ‘bilmek’ midir, ‘anlamak’ mı?
Bildikleri yüzünden mi reddetmiştir Nietzsche’yi, yoksa anladıkları yüzünden mi?
Kaldı ki ardından “bir ben seviyorum adamım seni bu şehirde adam gibi “ de diyor.
Anlamak belki evlenmesine yetmiyor ama sevmesine engel değil. Ya da şöyle diyebiliriz: Sevdiği için anlamaya çalışıyor ve anladığı için seviyor.
Çünkü zaten Lou’nun hayata bakışında evliliğin bir anlamı yok, hatta aşka zarar verdiğini, onu yok ettiğini düşünüyor.

Özetlersek, çok karışık bu bilme/anlama işleri sevgili dostum…
Ve bu karışıklıktır ki ilişkilerimizde çoğunlukla çok zorluyor bizi. Özellikle yalnızca ‘bilinmek’ değil ‘anlaşılmak’ da istemeyenler söz konusuysa.
Ve biz, anlamayı sevginin ayrılmaz bir parçası, bir gerekliliği görenler ve öyle yaşayanlar içinse iş daha da zor.

Bu düşünceler çarpışıp dururken kafamın içinde, şu şarkıyı da hatırlamamak olmazdı.

Jean GABIN’den “Maintenant Je Sais” (Şimdi Biliyorum). Sözlerinin Türkçe’si şöyle:

"Küçücük bir yumurcakken, üç elma boyunda,
Koca bir adam gibi, yüksek sesle diyordum ki
BİLİYORUM, BİLİYORUM, BİLİYORUM, BİLİYORUM!

Başlangıçtı daha, ilkbahardı
Ama on sekiz yaşına geldiğimde
BİLİYORUM, dedim, tamam, bu kez BİLİYORUM

Ama bugün, geriye bir göz attığımda
Bir ömür geçirdiğim Dünya'ya bakıyorum da
Hâlâ her gün nasıl döndüğünü bile bilmiyorum.

25 yaşına doğru, artık her şeyi biliyordum:
Aşkı, gülleri, hayatı ve parayı...
Evet, aşk mesela, her şeyini yaşamıştım!

Neyse ki, arkadaşlarım gibi, işim bitmemişti daha
Hayatımın ortasında, başka şeyler de öğrendim
Ve öğrendiğim şu üç dört kelimeden ibaretti:
“Sevildiğiniz gün, günlük güneşlik oluyor”
Daha ne diyebilirim, günlük güneşlik!

Ve hayatımın sonbaharına geldiğim şu günlerde
Hâlâ hayretle görüyorum ki
Hüzün dolu pek çok gece unutuluyor da
Bir mutluluk sabahı akıldan hiç çıkmıyor.

Gençliğimde hep BİLİYORUM demek istedim
Yalnızca daha çok aradım ve daha az bildim.

Saat 60’ı vurdu,
Ben hâlâ penceremde, bakıyorum ve kendimi sorguluyorum.
Artık biliyorum! Biliyorum ki asla bilinemez!

Hayat, aşk, para, dostlar ve güller…
İnsan asla bilemez, seslerini ve renklerini.
Bütün bildiğim bu! Ama bunu, BİLİYORUM!"

(Şarkı: Jean Gabin, 1974
Sözler: Jean-Louis Dabadie)



İşte böyle. Özellikle bizler gibi 60’ını devirenlerin Gabin’den öğrenmesi gereken, aslında hiçbir şeyin bilinemeyeceği.
Bir de tabii, hüzün dolu pek çok gecenin unutulduğu, bir mutluluk sabahınınsa akıldan hiç çıkmadığı.

Öyle sabahlara uyanalım hep.

Sevgiler...


(Bu arada, her iki şiirin de çevirenini bulamadım.)






22 Mayıs 2016 Pazar

BAZEN...

Bazen, eve kilidi anahtarla açarak değil de zili çalarak ya da kapıyı tıklatarak girmek ister insan.
O gülümseyen, sarmalayıveren sıcaklık…
O sevinç ânı ve ardındaki huzur…

Bu duyguyu tanır mısın?
Yaşadın mı?
Özler misin?

Olur öyle bazen…
   

Sevgiler sana…




















(Bazen -belki de- gelenin elinde, ya da içerideki vazoda papatyalar da vardır, neden olmasın?)






14 Nisan 2016 Perşembe

SUS...?

Susmak, her zaman bir şey söylememek anlamına gelmiyor.
Susup dinledikçe daha iyi anlıyor insan… Kendini de dinledikçe.

Bir an gelecek, suskunluğun sözü tükenecek.
Susmak yetmeyecek. Suskunluğu dinlemek de.
Anlatmak... Anlamak... Sığamayacaksın o sessizliklere... 
Yetmeyecek.
İşte o, konuşmanın vakti olacak artık.

Sessizce bekliyorum.

Duyuyor musun?



Bunu biraz düşün.



Sevgiler sana, çok…




Pano: Christian HETZEL




25 Mart 2016 Cuma

BAĞIRIN!

Bir pencereden bir okul bahçesini izliyorum her gün, farklı saatlerde…
Koşuşan, top oynayan, birbirini kovalayan çocuklar…
Bağırış-çığırış, kahkahalar, arada şarkılar-türküler…

Her bakışta, bir başka pencereden bir başka okul bahçesini izlediğim günleri hatırlıyorum.
Koşuşan, top oynayan, birbirini kovalayan çocuklar…
Ve çıt yok.

Bu eve gelmeden, biri bana “Yalnız, o evin karşısında okul var, çocuklar kafanı şişirebilir, ona göre,” demişti.
Yalnızca gülümsedim ona.

Belli ki bir okul bahçesinin ve dolayısıyla yakın çevresinin çocuk sesleriyle çınlamasının insana sevinç verebileceğini bilmiyordu, benimle aynı deneyimi yaşamamış olduğundan:
Bir “Sağır-dilsiz Okulu”na komşu olmak...
Bir okul bahçesinde gülen-oynayan çocukların sessizliğinin neden olduğu iç burkulmasını hiç duymamış olmak.

Bu günleri yaşarken, o eski sızının bile hafif kaldığı bu günleri, bu 'teneffüs'ler daha da bir kıymetleniyor sanki. Şu çocuklar farkında bile olmasalar da.

İçimden durup durup “Bağırın bağırabildiğiniz kadar çocuklar,” diye seslenmek geliyor onlara, “Bağırın, bağıramayan kardeşleriniz için de bağırın, inletin ortalığı.
Kimi sapasağlam olsa da, koşup oynasa da bağıramıyor, kiminin yaşama sevincini hoyrat eller o ya da bu şekilde ebediyen kopartıyor ruhlarından, kimiyse daha o bahçelere bile çıkamadan ölüyor-öldürülüyor bu ülkede.
Bağırın! Avaz avaz, sesiniz kısılana kadar bağırın!”




















(Fotoğraf: Ara GÜLER)



29 Şubat 2016 Pazartesi

'ONAY' MI GEREK?

Twitter’da izlediğim kişilerden biri, bir başkasının bir tweet’ini ‘RT’ etmiş (-paylaşmış).
O tweet şöyle:

“Seni özledim diyene hayır diyebilme gücünle ilgilenmez hayat. Sana hayır diyeni özleyebilmekten utanmama güçsüzlüğünle ilgilenir.”

Oldukça fazla sayıda kimse de beğenmiş, yeniden paylaşmış bunu.
Hepimiz, zaman zaman sosyal medya platformlarında düşündüğümüz, hissettiğimiz, sevdiğimiz ya da tepki duyduğumuz konularda bir şeyler yazıyoruz. Bunları aynen onaylayan ve yeniden paylaşanlar da oluyor, altına kendi yorumunu yazanlar da…

Baktım da, bu tweet’in altına bir yorum yapılmamış.

Kuşkusuz, bunlar, o cümleleri yazanın kendi görüşleridir, düşünceleridir.

Önce, kendimize ‘yaşam koçu’ benzeri bir rol biçmediğimize, her söylediğimizin doğru kabul edilmesini de -herhalde- beklemediğimize göre, bunları yazanın, hiçbir tartışmaya yol açmaması üzerine aklından neler geçmiş olabileceğini düşündüm.
Bunca onaylamadan memnun mudur? Biri eleştirecek olsa sinirlenecek biri midir? Kendine ve tabii düşüncesine güveni mi artmıştır? Yoksa yalnızca yazıp geçmiş, tepkilerle ilgilenmemiş midir?
Bilemem.
Ama kendisini tanımış ve karşılıklı konuşma fırsatı bulmuş olsaydım, ben biraz olsun tartışırdım doğrusu. Ne de olsa, her düşünce tartışmaya açık ve değerdir. Öyle olmalı. Yoksa başkalarıyla neden paylaşalım ki?

Birkaç itirazım olurdu ve onlara yanıtının ne olacağını da bilmek isterdim:

Öncelikle, bana göre herkes, hepimiz yaşadığımıza göre ‘hayat’la yüz yüze, iç içeyiz. Hepimizin kendimize ait bir yaşamı olduğuna, hepimiz farklı farklı da olsa ‘hayat’ın içinde olduğumuza göre, biz hayatla, o da bizle ilgilidir. Yani duyguları-düşünceleri-eylemleri ne olursa olsun, hayat yaşayan herkesle elbette etkileşim halindedir. Bana göre bunun tartışılacak bir yanı bile yok.

Özlemek-hayır demek-yine de özlemek-özlemekten utanmamak….. bağlantılarına gelince:

Özlemek’in sevgiyle ilişkisini belirtmeye gerek yok sanırım. Yani, ‘sevdiğimizi özleriz’.

Sormak isterdim o kişiye:

Sen, yalnızca sana ‘evet’ diyenleri mi seversin? Sana ‘evet’ diyen herkesi sever misin? Bu yeterli midir? Bu mudur sevginin ölçütü?
Birine ‘evet’ demenin bir lûtuf olduğuna, onun da seni ancak bundan sonra ve bu sayede sevebileceğine ve özleyebileceğine mi inanıyorsun?
Sevmek için önce onun kabul edip etmeyeceğini öğrenmeyi mi beklersin?
Ya, sana ‘hayır’ diyen birini sevemez misin? 
Sevmek-sevilmek, sevmemek-sevilmemek, onaya mı tâbîdir?

Seni seven -ve dolayısıyla özleyen- birine ‘hayır’ diyebilmenin bir güç ifadesi olduğuna mı inanıyorsun? Kimse kimseyi sevmek -ve dolayısıyla özlemek- zorunda olmadığına göre, sevmiyorsan ‘hayır’ demekten daha doğal ve beklenir olan ne var? Ve bunun güçle ne ilgisi var?

Diyelim ki birini sevdin ve o sana ‘hayır’ dedi. Vaz mı geçersin? Sevginin ancak kabul edilmesi durumunda var olabilecek bir duygu olduğuna mı inanıyorsun?
Hayatında hiç “Uygun görürsen seni sevebilir miyim?” gibi bir soruya muhatap ya da tanık olmuşluğun var mı? Ya sormuşluğun?

Gelelim “… hayır diyeni özleyebilmekten utanmama güçsüzlüğü”ne.
Bunu sehven yazmış olabilir misin? Aslında “…gücünle” diyecek olabilir misin?
Sevdiğini özlemenin neresi utanılacak bir şey?
Birini sevmenin, onu özlemenin, sevgisine de özlemine de sahip çıkmanın güçsüzlük olmadığını, tam tersine bu duyguların ve dolayısıyla onlara sahip olanın da güçlülüğünü gösterdiğini düşünsen bir an için?
Bunun da utanılacak değil, gururla ve övünçle sahiplenilecek bir sağlam duruş olduğunu düşünsen?
“Sevmek ve özlemek için senin onayına ihtiyacım yok,” duruşu sence de senin önerdiğin pısırıklıktan çok daha onurluca değil mi?

Bunları sorardım O’na ve şöyle derdim:

Sevgi ister karşılıklı olsun ister tek taraflı, bir pazarlık konusu değildir. Özlem de öyle.
Bu alanda ‘güç’ten olsa olsa sevgisini de özlemini de her koşulda aslanlar gibi taşıyabilmek bakımından söz edilebilir. İlle de işin içine ‘güç’ü katacaksak tabii.

Ve hayat, hepimizle aynı ölçüde ilgilenir ya da ilgilenmez, hiç kuşkun olmasın. Evet de desen hayır da, sevip özlesen de sevmeyip özlemesen de… Yaşadığın sürece ‘hayat’la ilişkin de hep sürer. Onun da seninle.

İşte bunları söylerdim, o kişiyle karşılıklı konuşma, sohbet etme fırsatı bulsaydım.
Olabilseydi öyle bir durum, 'O' bu sözlerim üzerine ne düşünür-ne yanıt verirdi, bunu da hep merak edeceğim.

İşte böyle, bunu okuyan dost.

Ne sevmekten vazgeç, ne özlemekten ne de bu duyguları gururla taşımaktan.
Yüreğini ‘onay’a bağlayanlar utansın.


Sevgiler sana.






















(Taş heykel: José Manuel Castro López)