Çok iyi hatırlıyorum, çocukluğumda, örneğin kıymetli sayılan
bir porselen tabak kırıldığında, ustasına verilir ve ‘perçin’ yaptırılırdı.
Şöyle bir şey:
Yakın zamana kadar bende de anısı yüzünden sakladığım,
anneannemden kalma bir porselen, perçinli servis tabağı vardı. Bir kez daha
kırıldı ve atmak zorunda kaldım.
O günlerde bilseydim iki gün önce öğrendiğimi, şimdi belki de
hak ettiği yerde, baş köşede duruyor olurdu o tabak. Bir kez daha üzüldüm.
“Kintsugi”.
Twitter’da izlediğim bir arkadaş sayesinde haberdar olduğum bir Japon el sanatı.
Yaklaşık 600 yıldır devam eden ve gelenekselleşen bu sanatın en kaba tanımı “Kırılan eşyayı onarmak.”
Onarmak, ama nasıl?
Çok özel ve doğal yapıştırıcı-verniklerle, değerli metallerin
–özellikle altın- tozlarının da eklenmesiyle onarmak. Epeyce uzun süren ve çok
aşamalı, ayrıntılı bir uygulama aslında.
Bugün elimizde çok çeşitli –hatta birine de ‘Japon’ adını
verdiğimiz- yapıştırıcılar var ve işi beş dakikada tamamlamak mümkün elbette.
Ama bunun yerine günlerce sürebilen bu işlemi yeğlemek tam da Japonlara yakışan
bir seçim.
Japonların, onları diğer Dünya kültürleri arasında çok özel
bir yere oturtan inceliklerle yüklü yaşam-doğa-dünya-evren algıları olduğunu
bilmeyenimiz yok.
Kintsugi de, o inceliklerden birinin hayata yansıması işte. Ve
pek çok Japon sanatı gibi onun da kendine özgü bir felsefesi var.
Buna göre eşyanın da insanlar gibi bir yaşamı, bu yaşam
boyunca aldığı hasarları, yaraları var. Kuşkusuz, bunlar yüzünden çektiği
acılar ve çıkarttığı dersler de... Sonuçta hepsi birer anıya dönüşüyor. Bunlara
sahip olduğu için ya da bu sayede, artık eskisinden daha güzel ve değerlidir.
Eşya da, insan da.
Şöyle diyorlar: “Önemli olan kırılanın deformasyonlarını
gizleyerek ‘eskisinden daha iyi’ ya da ‘yeni gibi’ bir hale getirmek değil. Onu
‘hiç zarar-hasar görmemiş, sapasağlam’ göstermeye çalışmak değil. Tam tersine bunları
olabildiğince ortaya çıkartmak."
Ola ki Japonların anlatmak istedikleri kimi olumsuz
duygularını bile birtakım zarif hareketlere yükleyerek ifade etmeleri de aynı
yaklaşımın sonucudur.
Her türlü duyguya da tıpkı kendi kusurları gibi sahiplenmek…
Gizlememek, ama kırmadan-dökmeden derdini anlatmak…
Şu kısaca özetlediğim bakış açısına ilişkin yazıları
okuduktan sonra ilk aklıma gelen “Tüh! Bunu daha önce bileydim keşke,
anneannemin 100 küsur yıllık sevgili tabağını daha da değerlendirerek yaşatabilirdim,”
demek oldu. Belki de “Değerini ortaya çıkartarak,” ifadesi daha doğru.
Ardından kendi hasarlarıma-yaralarıma döndüm. Onları -ya da
onlarla- ne yaptım?
Açık yüreklilikle söyleyebiliyorum ki hepsini hiç gizlemeden
taşıyabiliyorum. Hatta bazen gerekmese bile başkalarına söyleyerek/anlatarak
da...
Bunu övünerek mi söylüyorum? Belki biraz… Bu tutumun da
epeyce zararını görmüş olmakla birlikte, yine de biraz… Olsun varsın.
Bir de, eksikliklerini-yoksunluklarını-yaralarını-zaaflarını
yani nedeni çeşitli ‘deformasyonlarını’ saklamak için deli gibi çaba
gösterenlere bir kez daha acıdım şimdi.
Hepsinin ne kadar değerli, ne büyük zenginlik olduğunu
çözemeyenlere, onları da madalya gibi taşıyamayanlara…
Anlaşılmaktan, ‘görülmekten’ çekinenlere.
Sırf bu yüzden, yenilerini yaşamaktan ölesiye korktuğu için
olası güzellikleri de elden kaçıranlara…
Kintsugi örnekleri için fotoğraf ararken bir de şunu gördüm:
Sembolik, hatta biraz da ‘çirkin/kaba’ sayılabilecek bir
uygulama örneği, kabul. Ama yine de anlatmak istediğine katılıyorum:
Ustaca onarılmış bir kalp, hiç kırılmamıştan daha değerli
olabilir.
Hani, “Bir şey bir kere kırılmışsa, ne kadar onarsan da
eskisi gibi olmaz,” sözü var ya… İlk okuyuşta olumsuz bir doğruluğu var gibi gelebiliyor insana.
Oysa onu kırmakla ilk öğrenebileceğimiz şey ‘kırılgan’
olduğu. Ve evet, artık eskisi gibi değildir. Çünkü artık çok daha değerlidir.
Keşke hepimiz biraz ‘Japon’ olabilsek…
Sevgiler sana, sevgili dostum.