30 Temmuz 2016 Cumartesi

BİRAZ 'JAPON' OLMALI

Çok iyi hatırlıyorum, çocukluğumda, örneğin kıymetli sayılan bir porselen tabak kırıldığında, ustasına verilir ve ‘perçin’ yaptırılırdı.
Şöyle bir şey:



Yakın zamana kadar bende de anısı yüzünden sakladığım, anneannemden kalma bir porselen, perçinli servis tabağı vardı. Bir kez daha kırıldı ve atmak zorunda kaldım. 
O günlerde bilseydim iki gün önce öğrendiğimi, şimdi belki de hak ettiği yerde, baş köşede duruyor olurdu o tabak. Bir kez daha üzüldüm.

“Kintsugi”. 
Twitter’da izlediğim bir arkadaş sayesinde haberdar olduğum bir Japon el sanatı.

Yaklaşık 600 yıldır devam eden ve gelenekselleşen bu sanatın en kaba tanımı “Kırılan eşyayı onarmak.”
Onarmak, ama nasıl?
Çok özel ve doğal yapıştırıcı-verniklerle, değerli metallerin –özellikle altın- tozlarının da eklenmesiyle onarmak. Epeyce uzun süren ve çok aşamalı, ayrıntılı bir uygulama aslında.
Bugün elimizde çok çeşitli –hatta birine de ‘Japon’ adını verdiğimiz- yapıştırıcılar var ve işi beş dakikada tamamlamak mümkün elbette. Ama bunun yerine günlerce sürebilen bu işlemi yeğlemek tam da Japonlara yakışan bir seçim.

Japonların, onları diğer Dünya kültürleri arasında çok özel bir yere oturtan inceliklerle yüklü yaşam-doğa-dünya-evren algıları olduğunu bilmeyenimiz yok.

Kintsugi de, o inceliklerden birinin hayata yansıması işte. Ve pek çok Japon sanatı gibi onun da kendine özgü bir felsefesi var.

Buna göre eşyanın da insanlar gibi bir yaşamı, bu yaşam boyunca aldığı hasarları, yaraları var. Kuşkusuz, bunlar yüzünden çektiği acılar ve çıkarttığı dersler de... Sonuçta hepsi birer anıya dönüşüyor. Bunlara sahip olduğu için ya da bu sayede, artık eskisinden daha güzel ve değerlidir. Eşya da, insan da.

Şöyle diyorlar: “Önemli olan kırılanın deformasyonlarını gizleyerek ‘eskisinden daha iyi’ ya da ‘yeni gibi’ bir hale getirmek değil. Onu ‘hiç zarar-hasar görmemiş, sapasağlam’ göstermeye çalışmak değil. Tam tersine bunları olabildiğince ortaya çıkartmak."


Ola ki Japonların anlatmak istedikleri kimi olumsuz duygularını bile birtakım zarif hareketlere yükleyerek ifade etmeleri de aynı yaklaşımın sonucudur.
Her türlü duyguya da tıpkı kendi kusurları gibi sahiplenmek…
Gizlememek, ama kırmadan-dökmeden derdini anlatmak…

Şu kısaca özetlediğim bakış açısına ilişkin yazıları okuduktan sonra ilk aklıma gelen “Tüh! Bunu daha önce bileydim keşke, anneannemin 100 küsur yıllık sevgili tabağını daha da değerlendirerek yaşatabilirdim,” demek oldu. Belki de “Değerini ortaya çıkartarak,” ifadesi daha doğru.

Ardından kendi hasarlarıma-yaralarıma döndüm. Onları -ya da onlarla- ne yaptım?
Açık yüreklilikle söyleyebiliyorum ki hepsini hiç gizlemeden taşıyabiliyorum. Hatta bazen gerekmese bile başkalarına söyleyerek/anlatarak da...
Bunu övünerek mi söylüyorum? Belki biraz… Bu tutumun da epeyce zararını görmüş olmakla birlikte, yine de biraz… Olsun varsın.

Bir de, eksikliklerini-yoksunluklarını-yaralarını-zaaflarını yani nedeni çeşitli ‘deformasyonlarını’ saklamak için deli gibi çaba gösterenlere bir kez daha acıdım şimdi.
Hepsinin ne kadar değerli, ne büyük zenginlik olduğunu çözemeyenlere, onları da madalya gibi taşıyamayanlara…
Anlaşılmaktan, ‘görülmekten’ çekinenlere.
Sırf bu yüzden, yenilerini yaşamaktan ölesiye korktuğu için olası güzellikleri de elden kaçıranlara…

Kintsugi örnekleri için fotoğraf ararken bir de şunu gördüm:



Sembolik, hatta biraz da ‘çirkin/kaba’ sayılabilecek bir uygulama örneği, kabul. Ama yine de anlatmak istediğine katılıyorum:
Ustaca onarılmış bir kalp, hiç kırılmamıştan daha değerli olabilir.
Hani, “Bir şey bir kere kırılmışsa, ne kadar onarsan da eskisi gibi olmaz,” sözü var ya… İlk okuyuşta olumsuz bir doğruluğu var gibi gelebiliyor insana.
Oysa onu kırmakla ilk öğrenebileceğimiz şey ‘kırılgan’ olduğu. Ve evet, artık eskisi gibi değildir. Çünkü artık çok daha değerlidir.



Keşke hepimiz biraz ‘Japon’ olabilsek…

Sevgiler sana, sevgili dostum.