21 Haziran 2015 Pazar

'SOSYAL' - 'PAYLAŞIM'


Bu ‘sosyal paylaşım’ alanları var ya…
Öyle çok insanın iç dünyasını, takıntılarını, açmazlarını, ihtiyaçlarını ve gizlemeye çalıştığı/gizleyebildiğini sandığı özelliklerini açığa çıkartıyor ki…

Birkaç hoş sözle gerçek hayatta başaramayacağı yakınlıkları kurabileceğini sananlar…
Yüz yüze gelse selâm vermekten bile çekineceklerine ‘enseye tokat’ düzeyinde cümleler kurabilenler…
Kendilerine kibarlıkla açılmış kapıların ardını 'varolma alanı' olarak algılayanlar…
İçlerinde bastırılıp kalmış arzuları sanal yolla tatmine çalışanlar…
Yalnızca kendince küçük oyunlar peşindeyken beklemediği bir ciddiyetle kabul gördüğünde paniğe kapılanlar…
İlk 'merhaba'ya karşılık aldığında hemen 'sen' boyutuna geçiverenler...
Nezaketle verilmiş bir selâmı ‘buyur, yatağımı açtım sana’ diye algılayan erkekler…
Ve nezaketle verilmiş bir selâmı yatağına talip olmak gibi algılayan kadınlar…
Her iki durumda da meseleyi yanlış anladığını fark ettiği anda küstahlaşanlar, saldırganlaşanlar…
Her iki durumda da meseleyi yanlış anladığını fark etse de yüzsüzce aynen devam edenler…
Bir yandan en kaba küfür sözlerinin kısaltmalarıyla kendine bir çeşit ‘delikanlı’ kişilik biçip, aynı düzeyde karşılık gördüğünde bir anda ‘namus/edep kumkuması’ kesilen kadınlar…
Kendince pek kibar yöntemleri olduğunu düşünerek kadınlara tam tabiriyle arsızca ‘sulanan’, bunu nazik uyarılarla reddedilmesine rağmen ısrarla sürdüren, bıçak kemiğe dayanıp şiddetli tepki görünce de asıl kendisine yanaşılmış numarasına yatan erkekler…
Kullandığı alanın sanal’lığına güvenip klavyesinden çıkanı gözü görmeyen, tepki aldığındaysa köşe başında kıstırılıp dayak yemiş mağduriyeti oynayanlar…
Daha neler, neler…

Bilgisayarın başından kalkıp sokağa çıktığında hiçbirini yapamayacağı ya da yapılmasına izin vermeyeceği şeylerle sürekli hemhâl olanlar yani…

Yenilgilerinin, başarısızlıklarının, anlaşılamamışlığının, yetersizliklerinin… uğradığı ihanetlerin… terkedilmişliğinin… terketmelerinin… hatalarının… kendisine karşı yapılan hata ve haksızlıkların… görülememiş hesapların… yaşanamadığından içinde ukde kalanların… ve daha pek çok insan halinin acısını çıkaramamışların hayatla ve insanlarla hesaplaşma alanı, ‘sosyal paylaşım siteleri’…

Haberleşme, örgütlenme, bilgi-belge aktarımı gibi konularda olağanüstü imkânlar sunduğu ve bu kanallardan böyle yararlananların hiç de az olmadığı kesin.
Yine de, belki en az bunun kadar, ‘özel’ yaşam ve durumlarımızı etkilediği de bir gerçek…

‘Sosyal’ ve ‘Paylaşım’…

Her ikisi de gerçek yaşamdan alınmış iki kavram.
Ve galiba, gerçek yaşamda elde edemediğimiz fırsatları burada kullanalım derken, oraya ait ve orada kalması gereken bazı konuları fazlasıyla taşıyoruz buralara.

Gerçekle sanal birbirinden çok farklı koşullar ve özellikler taşırken, ikisini birbirine karıştırmakta sakınca görmüyoruz.
Bir türlü göremiyoruz, nasıl kendimiz burada gerçek hayattakinden farklı durabiliyorsak karşımızdakiler de öyledir. Ve geliştirdiğimiz sanal ortama özgün tutum ve davranışların karşılığı da kuşkusuz öyle olacaktır.
O halde burada yaşadıklarımızı gerçek hayatta öğrendiğimiz değerlerle tartamayız; tartarsak yanılma ve hayal kırıklığı kaçınılmazdır.

Bugün bunları yazmaya beni iten nedir dersen, sevgili dostum, birbirine paralel yürüyen iki ayrı olay/durum:
Biri, bir dostumun yaşadığı, öbürü benim başıma gelen iki olay…

O dostumun ne zaman ne yazıp-söyleyip de öyle bir tepkiyle karşılaştığını bilmiyorum. Ama açıkça, ortalık yerde bir çeşit ‘taciz’le suçlandı. Tanıdığım kadarıyla bunu hak edecek bir düzeye inmiş olamaz. Buna inanmam.
Muhatabınıysa biraz izlemişliğim var; ‘yazışmanın gizlenebilirliğinden’ pekâlâ yararlanıp böyle bir durumdan kendine ‘bakın, beni taciz ediyor,’ gibisinden bir acıklı övünme(!) payı çıkarabilecek biri gibi geliyor bana.

Öte yandan bir de şu var ki biz kadınlar öyle çok muhatap oluyoruz ki birtakım gerçek ‘taciz’lere, kendimize göre bir savunma mekanizması geliştirmemiz de doğal.

Çünkü bak sevgili dostum, aynı süreçte, hiç tanımadığım bir ‘sanal ortam arkadaşı’, mesajlaşma yoluyla neredeyse midemi bulandıracak bir biçimde ‘asılıyor’. Ve bütün nezaketimle bunun bana göre olmadığını anlatmaya çalışmam bir işe yaramıyor. Yaşını-başını almış bir adam, sanal ortamda mesaj yöntemiyle ‘oynaşma’ peşinde.
Değil tanımak-yüzünü görmüş olmak, doğru dürüst ‘yazılı’ bir merhaba’m bile olmayan biri bana ısrarla böyle davranma cesaretini bulabiliyor. Onu ya da bir başkasını buna çağıracak, şu tartışmalı deyişle ‘müsait’ olduğum izlenimini verecek hiçbir tutumum-davranışım-sözüm yokken hem de…

Ne yaparım? ‘Engellerim’, gider. Tabii, bu kadar kolay, çünkü burası böyle bir ortam.
Kaldı ki bu, karşılaştığım bu biçimdeki ilk olay da değil.

İyi de, ben hayattan bunu öğrenmemiştim ki…
Yok ki öyle bir tık’la engelleyip yoluna devam etmek …
İnsan dediğin, kanlı-canlı bir varlık. Duyguları var, algıları-tepkileri var. Hem kendine ait hem de seninle, uzun ya da kısa bir alış-verişi, bir geçmişi var. Gözüne bakabildiğin, konuşabildiğin, dokunabildiğin, uzlaşabileceğin ya da anlaşamayacağın ama tartışabileceğin, kavga da edebileceğin sevişebileceğin de, sahici bir varlık işte.

Sanal âlemdeyse hepimiz yalnızca birer fotoğrafız/resimiz. Hatta hepimiz bir bakıma birer maskeyiz buralarda.
Öyle olmasa, buna güvenmese, o kadınlar ve o erkekler, bu kadar rahatça, kendilerine engel olma zahmetine bile girmeden sergileyebilir miydi bütün o hırslarını-hınçlarını-zaaflarını-açlıklarını?

Demem o ki sevgili dostum, ‘sosyalleşme’nin ve ‘paylaşım’ın gerçek hayattaki karşılığı ile buralardakini ayırt edemediğimiz sürece canımız çok sıkılacak demektir.
Hem de boş yere, anlamsızca, gereksizce.

İnsan, dışarıda. Sokakta, evde; karşımızda, yanımızda.
Asıl değerlendireceklerimiz onlar. Sahici olanlar.
Söz, gözümüze bakarak, yüzümüze söylenen.
Asıl dinleyeceklerimiz, anlamı olanlar onlar.

Ötesi?
‘Sanal’ işte, daha ne?

Sevgiler sana, yine…Hem sevgiler, hem de saygılar....:)))

 (Dijital resim: Adam Martinakis)




16 Haziran 2015 Salı

........



Günaydın sevgili dostum;




Bu sabah hepsi bu kadar: Günaydın!



Ha, bir de sabah sabah buna çok güldüm:

 
Sevgiler sana…..:)))))))








15 Haziran 2015 Pazartesi

FARKLAR


Düşünüyorum da sevgili dostum, yaşadıklarının ve dolayısıyla kendinin farkına varmak, galiba ancak şunu algılayabilmekle yol alıyor:

Yüzleşmekten kaçındığın ne varsa onların tutsağısın.
Toplum için de böyle bu, bireysel yaşamda da. Ve son günlerde her iki alanda da çok gözüme batıyor bu sorun.

Başkasına/başkalarına/bir kitleye ne kadar üstten bakarsan bak, ne kadar aşağılamaya çalışırsan çalış, bu gerçeği değiştiremezsin.
Kendinden sahiden emin olan, hiçbir çağrıdan kaçmaz.
İster kendi içinden gelsin bu çağrı, isterse karşısındakinden.
İster şu bildiğimiz, sıradan, herhangi bir randevu daveti falan olsun, isterse bazı olaylara-durumlara farklı bir bakış açısına çağırsın bizi. Uzlaşmaya, anlamaya, anlaşmaya çağırsın…

Çağrının her türlüsüne karşı anında bir zırh kuşanıyorsan, ilk yapacağın dönüp kendi içine bakmak olmalı.
Nedendir bu sürekli savunma hali?
Yöntem olarak saldırıya sarılacak kadar savunmaya iten seni, nedir? Neden saklanmaya çalışmaktasın?

Kendini ikna etmeye çalışıyor olmayasın, hep haklı olduğuna? Yalnızca ‘senin gerçeğin’in tek gerçek olduğuna inanmaya çalışıyor olmayasın? Hayır mı? Emin misin?
Zaten ‘Gerçek’, sanıldığının aksine, pek de göreceli bir kavram değil mi?

Öyle olmasa, aynı durumu taraflardan her birinin farklı algılayıp yaşaması, farklı biçimde içselleştirmesi nasıl izah edilebilir?

Yani, her birimizin gerçek olarak anlattığı elbette kendi gerçeğidir. Kendi durduğu yerden ne görüp ne anlıyorsa, o. Kendi tepkisi neyse, o. Kendi hissettiği neyse, o.
Kim yaparsa yapsın… Çok ünlü bir filozof ya da yazar olsun ‘söyleyen’ veya sen-ben, değişmez, işin aslı yalnızca budur. Kimi pek ‘şık’ cümlelerle anlatır kimi pek sıradan, sonuçta hepsinin temeli aynıdır: “Ben böyle düşünüyorum, hissediyorum.”

Genellemeler, hüküm niteliğindeki birtakım cümleler, aslında kendi içimizdeki kavganın birer yansıması sadece. İnanmak ve duruşumuzu ona göre ayarlamak istediklerimiz… ‘Görünmek istediğimiz’ şey o, ‘ne olduğumuz’ değil…

Belki de çözüm şuradadır:

“Ben buyum, bu kadarım, böyleyim, sahiden böyle düşünüyor ve hissediyorum; senin/sizin bunu nasıl değerlendireceğinize göre ayarlamayacağım kendimi,” diyebilmektir kurtuluşumuz. Bunu da yüksek sesle söyleyebilmek.
“Şöyle olmak/durmak zorundayım zira makbul olan –öyle sandığım- bu,” dememektir.
Çünkü inan ki en makbulü, ‘sadece kendisi’ olabilmek.
Kimsenin onayına ihtiyaç duymadan kendisi olmak, öyle kalmak.
Başkalarının yaşantı izlerinden arınmak, kendini kendininkilerle var kılmak.

Senin bunu yadırgadığını, dahası pek de hoş görmediğini seziyorum, hatta biliyorum bile diyebilirim.

Ama böyle işte, ben ben olmazsam ben olamam ki…

Tam bu yüzdendir, ne düşünüp hissediyorsam utanmadan-sakınmadan-esirgemeden söylemem, anlatmam.
Pek çoğu beğenilmeyebilir, hatta kınanabilir bile. Paylaşılması, aynen karşılık verilmesi de gerekmez. Giderek, bunları söylüyor olmam bile hoş görülmeyebilir. Haklı da olabilir böyle düşünenler kendilerince. Sen de haklı olabilirsin sevgili dostum, ama ‘kendince’.
Çünkü ben kendimi hiç ciddiye almıyorum-önemli saymıyorum, sadece kabul ediyorum. Ne'ysem o'yum işte.

Öyle sanıyorum ki bu gibi konularda çözüm, karşısındakinin de kişilik özelliklerini kabul etmek…
Sen öylesin, ben böyle, o şöyle. Ve hiçbiri diğerinden daha iyi ya da kötü değil.
Ben, ben öyle olmadığım için senin birtakım özelliklerini nasıl kınamıyor-aşağılamıyorsam, sen de öyle yapmalısın. Kim ve nasıl biri olursan ol.
Farklıyız elbette.
Ama bu ne beni senden değersiz yapıyor, ne seni benden. Ne de bizler, başka birilerinden daha değerliyiz.
Üstelik iyi ki farklıyız her birimiz. Kim, kendisinden bir tane daha arayışı içinde olabilir ki?


Sevgiler sana, hem de çok.
İyi ki ‘aynı ben’ değilsin; buna sen de sevindiğin gün, hayat daha da güzel olacak…:)