“Kendisi olmak/olabilmek”, bunu nasıl yapacağı-ne kadar becerebildiği çok kişi tarafından ya sorun edilen ya da gerçekleştirmek
için çabalanan bir durum ya…
Bununla ilgili bir yazı
okudum bugün. Bunu mesele edinmiş birinin yazdıklarını. Nasıl ‘kendisi’ olabilirmiş,
‘kendi hayatını’ nasıl kurabilirmiş… Bunun arayışı içindeymiş.
Sonra düşündüm. Yaşamının eksenine bu çabayı
oturtmuş olan bazı tanıdıklarıma baktım. Ardından kendime…
“Ben, ne kadar ben’im?”
“Ne kadar ben
olabilirim/olabildim?”
Böyle sorulara takılı
kalmanın zaten başlı başına bir sorun olduğu kanaatine vardım. Sonuçta insanın
kendi benliğini ve varlığını kendine ispata çalışma çabasından başka bir şey
değil gibi geldi bana. Çoktan kanıtlanmış bir şeyi tekrar tekrar kanıtlama çabası.
Her şeyden önce ne kadar ‘tek
başına’ sürdürürse sürdürsün gündelik yaşamını, insan toplumsal bir varlık ve
az ya da çok, başka insanlarla ilişki içinde.
Çevreyle, yakınlarıyla, toplumla, devletle,
iş yerindekilerle, apartman komşularından bakkalın çırağına çok kimseyle, hatta sosyal
medyadakilerle, yani ilişki içinde olduğu/olmak zorunda kaldığı herkesle-her şeyle
değişik boyutlarda bir çeşit sürekli etkileşim halinde. Okuduklarıyla-dinledikleriyle
bile…
Yaşadıkça hayatımıza birileri
girer-çıkar… Kimi şöyle bir gelip geçer, kimisi uzunca kalır.
Biriyle-birileriyle ilişki içinde olunca ‘kendisi
olmak/kalmak’tan uzaklaştığına/koptuğuna inanmak, saçma geliyor bana.
Çünkü öncelikle nasıl birileriyle nasıl bir yaşam
sürdürmek istediğimizin tanımı kendimize aittir. O yaşama kimi sokup kimi
dışarıda ya da uzakta tutacağımızın kararı da öyle. Onunla/onlarla
ilişkilerimizin ne çapta-biçimde-kapsamda olacağını belirleyen de biziz.
Kuşkusuz ilişkide tek taraf yoktur; ama zaten ‘ben’ de orada gösterir kendini,
çünkü her türlü ilişkinin gereklerini yapıp yapmamak da bize bağlıdır. Vermeye de almak kadar hazır ve açık olup olmamamız örneğin... Kimliğimiz-kişiliğimiz kendini ancak başkalarıyla ilişkilerimizde gösterir. Sonucu
da bu belirler. Yani ‘ben’.
Arzu ya da hayal ettiğimiz
yaşamın gerçekleşip gerçekleşmemesi kuşkusuz pek çok dış etkene bağlı. Ama o
koşullar içinde gerçekçi olup olmamak yine bizim işimiz.
İster olumlu olsun ister
olumsuz, yaşadığımız her şey seçimlerimizin, izin verdiklerimizin, razı
olduklarımızın sonucu değil mi?
En ufak gündelik olaylar
bile bunlara bağlı değil mi?
Sevinçleri de acıları da
yaşayan yine ‘kendimiz’ değil miyiz?
Örnek mi?
Ekmek almak için çalışmak
zorundasın, evet, ve bunu değiştiremiyorsun. Ama meselâ son model büyük ekran televizyon da almak
zorunda mısın? İyi düşün.
Şu semtte değil de bu semtte
oturmak, sobayla değil de kombi ile ısınmak, senin tercihin değil mi? Hatta bir
büyük kentte yaşamak? Öyle değil de böyle giyinmek, onu değil de bunu yemek-içmek
senin arzun ve seçimin değil mi?
O halde bütün bunlara sahip
olabilmek için hiç sevmediğin bir işte, hıyar gibi bir müdür ya da patronun
emrinde çalışmaktan niye şikâyet edersin? Hele hele bu kadar çok çalışmak yüzünden
kendine zaman ayıramamaktan, kendi zevklerinle meşgul olabilecek-kendini
geliştirebilecek vakit bulamamaktan yakınmak nedir?
Üstüne bir de ‘kendi olmak’ın
derdi de nereden çıktı bu durumda?
Sen bu’sun işte. Ta kendin’sin.
Bütün arzu ve
beklentilerinle, bütün kabullerinle ve ret’lerinle sen.
Haydi, hepsinden kaçtın da
dağ başında bir kulübe mi yaptın kendine? Orada da en azından doğayla
birliktesin; o ki sana bazen yardımcı, bazen en zorlu düşmanın olur. Orada da ‘kendi’
çözümlerini bulmak zorundasın ve demek ki hâlâ hiç de yalnız değilsin, ama yine de kendinsin.
Yani kendiyle baş başa
kalamamak, bir türlü kendi olamamak, böyle çabalara bakınca da tuhaf bir tanım. Çünkü aslında hep kendimizle baş
başayız zaten. Dağ başında da böyle bu, metropolün göbeğinde de.
Yalnızca tek başına
yaşayanlar değil, kalabalığa ve paylaşıma açık olanlarımız için de durum aynı...
Zira neyi-kimle-ne zaman-nerede-ne
kadar paylaşabileceğimiz de bize bağlı.
Demem o ki, kendi içine
kapanmak, orada boğulmak, giderek yalnızlaşmak –tek başınalaşmak mı demeli-,
kendi olmayı değil, tam tersine kendinden uzaklaşmayı getiriyor bana göre.
Çünkü ne kadar etkileşim
içindeysek kendimize has özelliklerimiz ortaya çıkma fırsatını o kadar
bulabilir.
Sevmek-nefret
etmek-kızmak-sevinmek-öfkelenmek-üzülmek-heyecanlanmak-hayran olmak-reddetmek-beğenmek-tepki
vermek-zevk almak-eğlenmek……. İnsanî özelliklerin hepsi ancak kendi dışında bir şeylerle, biri ya
da birileriyle ve onlar sayesinde/yüzünden mümkün.
Sevdiklerin ve sevmediklerin,
senin dışındaki kimse ya da şeylerdir. (Ne kadar inkâr etsen de kendini zaten
seversin, o elde bir, bütün bu debelenmeler de bunun kanıtıdır zaten.)
Bildiklerinin değerini
onları bilmeyenlerin bilmeyişleri belirler.
Bilmediklerin, bilmediğini
biliyor ve birilerinden-bir yerlerden öğrenmek istiyorsan vardır senin için.
Deneyimlerin, ancak onları yaşamamış
olanlarla kıyaslandığında bir ağırlık kazanır.
Düşüncelerin, fikirlerin ancak başkalarıyla paylaştığın oranda işe yarar.
Duyguların, ancak muhataplarıyla
birlikte söz konusudur. İnsan ya da nesne veya olay, fark etmez.
‘Birey’ olmak, ancak ortada bir
toplum varsa anlamlıdır. Tek başınalık, birey olmayı değil, olmamayı getiriyor. Yani benim ben olmam,
başkalarının o başkalıklarıyla mümkün…Başkaları farklıdır, kendimi de bu sayede 'bu ben' olarak tanımlayabiliyorum.
Sonuç olarak nerede, nasıl,
kimle-kimlerle neleri yaşıyor veya yaşamıyor olursam olayım, ben hep ‘ben’im.
Sen de sen’sin.
İşte bütün bunlar ışığında bakıldığında arama çabası çok gereksiz ve anlamsız, zira istesen bile kaçamayacağın tek gerçek bu: Sen, ‘sen’sin.
Kendine kapanmanın tersine, başkalarıyla birlikte, yan yana olduğun ölçüde giderek daha çok, daha net biçimde ‘sen’.
Tam da böyle oldukça ve tam da bu yüzden özel
ve güzelsin.
Sevgiler sana sevgili insan. Çok… 'Ben' olarak, ‘Sen’ olduğun
için.