Sevgili bunu okuyan dostum,
anlatmış mıydım sana:
Bir zamanlar; yıllar, yıllar
önce fena halde âşık olmuştum…
Fena halde?
‘Aşk’ ile ‘fena hal’
aşağı-yukarı aynı şey zaten ya, neyse…:)
Fena halde âşık olmuştum;
öyle ki sonunda yanımda-yöremde kim varsa onların hayatlarını da savurmacasına,
dağıldım. Hani ‘lime lime oldum,’ desem yeridir. O güne kadar hiç
yaşamadığım-görmediğim bir sıkıntının, bir bakıma tam bir sefaletin ortasına
attım kendimi. Sağlık sorunları yaşadım. O süreçte tanıdığım ve beni tanıyan
herkesin yok olmasını diledim. Kimseyi görmeyeyim, tek bir ses duymayayım… “Ben
niye yaşıyorum ki?” dedim sıklıkla, ama ölmekten daha fazla korkup yaşamaya devam
ettim. Hem maddi hem manevi boyutta epeyce süründüm ve ardından, yavaş yavaş,
yeniden doğruldum. İyi ki…
İyi ki, çünkü çok şey
öğrendim.
Her şeyden önce, üzerinde “Ay
ne zamandır âşık olmuyorum,” gibi cümleler bile kurulabilen,
gündelik-sıradan-gelgeç bir şeymiş gibi adlandırılan şeyle sahiden ‘âşık olmak’
arasındaki fark nedir, biliyorum. Ve onun, hayatta yalnızca bir tek kez
yaşanacak bir şey olduğunu da biliyorum artık. Öyle bir sancıya hiçbir yürek de
beden de bir ikinci kere katlanamaz zira…
Bir insanın bir diğerine
öylesi bir yoğunlukla tutulmasının aslında son derecede sağlıksız, ömürsüz bir hal, iki
tarafı da hiçbir yere ulaştırmayacak bir çeşit hastalık olduğunu da öğrendim.
Bir hastalık, ama herkesin
yaşaması gereken… Yaşaması ve tanıması gereken bir hastalık…
İyileşip, aradan da belli bir
zaman geçtikten sonra o kişiyle karşılaştığında kendine inanamıyorsun meselâ, “Bunun
için miydi onca şey?” diye hayretler içinde kalıyorsun. Kuşkusuz bu, o kişinin
değersiz olduğu falan anlamına gelmiyor; senin için artık hiç tanımadığın-bilmediğin
bir yabancı gibi olabilmesine şaşırıyorsun. Ve aynı zamanda bu soruyu
sorabilmenin ne kadar büyük bir kazanç olduğunu fark ediyorsun.
Sana öyle bir ‘aşk’ın bir
çeşit delilik-şuursuzluk nöbeti olduğunu, aslolanın anlamlı ve derin bir ‘sevgi’,
daha da derinleşirse sağlam bir ‘sevda’ olduğunu öğrettiği için minnet
duyuyorsun o kişiye. Var olduğu sürece korunup kollanması, sahip çıkılması
gerekenin ne olduğunu öğrettiği için…
Şöyle de diyebilirim:
Aşk, sen kendi halinde yolda
yürürken evlerden birinin balkonundan başına düşen saksı gibi bir şey. Sersemliyorsun,
hatta bir süre için bilincini de kaybediyorsun, kafan yarılıp kanıyor da; ama
sonra geçiyor hepsi, kendine geliyorsun. Geriye, sana o ‘aşk’ dediğinin ‘kafana
düşen irice bir saksı’ olduğunu ömür boyu hatırlatacak dikiş izleri kalıyor,
yoluna devam ediyorsun.
İşte bunadır o minnet.
Çünkü ancak böylesi bir
deneyimi cebine koyduktan sonradır ki neyi neden yaşadığını, yaşamakta
olduğunun ne olduğunu, onu nasıl yaşaman gerektiğini daha iyi
değerlendirebiliyorsun.
Ve gün geliyor, birisi
çıkıyor karşına. Ona bakıyorsun, görüyorsun, dinliyorsun, izliyorsun. Bu kez öyle
beklenmedik bir anda ve şekilde başına gelmiyor o duygu; doğuyor ve yavaş yavaş
büyüyor içinde.
Ve tam da o cebindeki
deneyim, o kafandaki yarık izi sayesinde, her aşamasını farkında olarak
izliyor, yaşıyorsun. O aşamaların her birini, bilinçle destekliyor, yön
veriyor, geliştiriyorsun. Aksamaları görüyor, halletmeye çalışıyorsun. Sevmeyi
öğrendin ya, dinlemeyi-anlamayı-düşünmeyi-affetmeyi-af dilemeyi, hepsini ve
bunların paha biçilmezliğini de biliyorsun artık.
Peki, böyle olunca ille de
bir ‘mutlu son’a varılıyor mu?
Yaşadıklarından mutluluk payı
çıkartmaktan ne anladığına bağlı o. ‘Mutlu son’ nedir, ya da var mı öyle bir şey
sence, ona bağlı…
Elbette böyle bir duygu için
en arzu edilecek gelecek, onu yaşama geçirip paylaşmak, muhatabıyla birlikte
çoğaltmak-geliştirmektir.
‘Sevmek’ten seninle aynı şeyi
anlayan biriyle el ele verebilmek, elbette çok mutluluk verici. Tadından yenmez
yani..:)))
Ama bence bu olmuyor ya da
henüz olmamışsa bile, o kişiyi gördüğünde-dinlediğinde-okuduğunda, yani
herhangi bir yolla bağlantı kurduğunda için titriyorsa, bu da mutluluk değil
midir? Bunu hissedebilmek, mutluluğu da taşıyan bir umut kaynağı değil midir? O
umudun yaşattığı sevincin değerini neyle ölçebilirsin?
Anlatmak istediğim de bu
galiba.
İyi, daha iyi, daha da iyi
yaşamayı, kıymet bilmeyi, yaşamış olduklarımızdan öğreniyoruz. Başımıza gelenlerden,
üstesinden geldiklerimizden, bizi ezerek geçenlerden,
parçalayanlardan-parçalarımızı toplayanlardan… hepsinden.
Bütün bu bilgiyi ne kadarıyla
kullanır, ne kadar yararlanırsak, sonunda ortaya çıkartıp yaşamayı
becerebildiğimiz hayat, o ‘mutlu son’un ta kendisidir işte.
Yani dostum, yaşadıkça
öğrendiklerimizi hiçbir kitapta, romanda-öyküde-şiirde bulamayız. Onlar,
yazanların gördüklerinden-yaşadıklarından öğrenebildikleri, anlayabildikleri
kadarını anlatır bize.
Sen sen ol, arada bir dön bak
geriye, ceplerini yokla, fazlalıkları at, başındaki izi teşekkürle okşa ve ondan
sonra cesaretle at adımlarını. 'Göze alarak', sevinçle, hevesle...
‘Sahici sevgi’ye doğru. Sevgiyle.
Bak bakalım hayat nasıl
oluyor o zaman…
Sevgiler sana… İyi ol, e’mi?...:)
(İllüstrasyon: Chiaki Okada)