31 Mayıs 2015 Pazar

FOTOĞRAF



Bu, benim için yalnız bugünün değil, belki de yaşamın fotoğrafı.
Yalnızca bir hafta arayla çekilmiş iki karenin birleşiminden oluşan...
Bir hafta öncekini görenlerin görüntüdekinin ‘ne olduğu’nu tartıştığı, bugünse her görenin adını koyabildiği iki kare, yan yana.

Her şeyin bir zamanı olduğunun 'toplu' fotoğrafı…

Beklemeyi bilmenin…
Sabırlı olmanın…

Her ânın, bir öncekinin tamamlayıcısı ve bir sonrakinin hazırlayıcısı olduğunun…
Bugünü iyi anlamak için dünü unutmamak, onun da hakkını vermek gerektiğinin kanıtı.

Olgunlaşmadan kopartılan her meyvenin bir kayıp olduğunun ve ancak yaşayıp gelişmesine izin verilenin ‘her neyse o’ olabileceğinin fotoğrafı…
Henüz hamken yalnızca umut verici birer yeşil top gibiydiler, bir kol mesafesindeyken bakışlarımla okşamakla yetindim, ellemedim.
Ama bak, gözümün önünde gelişiyor ‘yeni dünya’lar… Sabrediyorum.
Olgunlaştıklarında elimi uzatmam yetecek, avucumun içinde değerli varlıklarını hissetmem için.
Ne fırtınalara, yağmura-kara direndiklerini, nereden nereye azimle geldiklerini bilerek…
Saygı duyarak. Severek.
Az zaman kaldığını da bilerek, umutla.

Yaşamın/yaşamımın değilse, neyin fotoğrafıdır ki bu?

Sevgiler sana…:)



29 Mayıs 2015 Cuma

GRİ


Sevgili bunu okuyan dostum, önünde iki kova var. Biri ağzına kadar siyah, diğeri beyaz boyayla dolu. Fırçaların hazır. (Görebiliyor musun onları?)
İstediğini lekesiz bir siyaha ya da beyaza boyayabilirsin; siyahın da beyazın da hakkını tam olarak bu yolla verebilirsin. Boyanmayı bekleyen, eline aldığın herhangi bir nesne de olsa bir duvar da, onu simsiyah ya da bembeyaz yapabilirsin.

Gel, başka bir boyuttan söz edelim şimdi.
Karanlık-kötü-umutsuz-acı gibi durum ya da ruh hallerine renk olarak siyahı, tersine de beyazı yakıştırırız ya hani…
İşte orada yapılan sahiden de bir yakıştırma, bir benzetmedir yalnızca.
Zira hayatta kesif-katışıksız-lekesiz siyah ya da beyaz yok.
Yani yaşadıklarımızı/yaşayabileceklerimizi renkle tarif etmeye çalışırsak çok koyu veya çok açık-uçuk gri var, ama ‘siyah’ ya da ‘beyaz’ yok.

En karamsar anlarımızda her şeyin kapkara olduğunu söylüyorsak, bunu dile getirmek bile o gördüğümüz siyahlığa vurduğumuz bir beyaz fırça darbesidir aslında. Çünkü bunu yaparak nasıl bir ortamda, ne gibi koşullar içinde vb. olduğumuza bakmaya, onu nitelemeye başlamışız demektir ki işte giderek ‘ağarmaya’ başlamanın da ilk adımı bu.

Hayat, en koyusundan en açığına bir griler toplamı ya da karışımı, bana göre.

Yani katışıksız siyah, doğmadan öncenin ve ölümden sonranın rengidir olsa olsa.
Aradaki süreci beyazla karışım oranları belirliyor. Ve ‘bembeyaz’ diye bir şey de o boya kovasının içinden başka yerde yok.

Özellikle kendi içimize döndüğümüz, düşündüğümüz, yaşadıklarımızı anlamaya-çözmeye çalıştığımız zamanlarda asıl yaptığımız, grinin hangi tonunda bulunduğumuzu görmek, o tonu nasıl, ne yaparak açabileceğimizin yollarını aramaktan başka bir şey değil.
Sonuçta nereden baksan, ister herhangi bir nesneyi somut anlamda boyamak olsun söz konusu olan, isterse nasıl yaşayacağın; boyalar önünde, fırça elinde. Ömür boyunca.
Zaman zaman, onları kullanmayı ihmal ettiğimizde, ‘kaybolmanın rengi’ olan siyah sinsice çoğalarak kara bir bulut gibi omuzlarımıza çöküyor.
Şu kendimizi koyuverdiğimiz akışa bir mola verip kendimize döndüğümüz anlar var ya, grinin hangi tonuna razı geldiğimizi belli edeceğimiz anlar… onlar çok kıymetli işte.
“Hop!” demek o, “Benim hâlâ beyaz boyam ve de sapasağlam bir fırçam var, hop!” demek.
Hayat da bu yüzden çok güzel aslında.
Çünkü ne siyahı değiştirebilirsin ne de beyazı. Oysa grinin nasıl- hangi koyulukta bir gri olacağı tümüyle sana bağlıdır: Fırça sende, seçenek sonsuz.

Dünyaya baktığımızda birbirinden farklı pek çok renk görüyoruz kuşkusuz. Ve bu bizi heyecanlandırıyor, sevindiriyor, algımızı zenginleştiriyor.
Fizik bilimi, siyahın bütün renklerin –kırmızı+mavi+sarı yani temel üç renk- maddesel karışımından, beyazınsa yine bütün renklerin ışık olarak bileşiminden oluştuğunu söylüyor. Ama hayatı/yaşadıklarımızı anlamlandırmaya çalışırken kuşkusuz bu bilgileri göz önüne almıyoruz.
Yine de şunu söylemek mümkün belki de:
Siyah da beyaz da, tek başına var olan-olabilen renkler/durumlar değil demek ki. ‘Her şey’ de diyebiliriz onlara, ‘hiçbir şey’ de.
Ve belki de ‘kötü=siyah’, ‘iyi=beyaz’ yakıştırmamız sahip olduğumuz bu ‘bilinçsiz bilgi’ yüzündendir. Hiçbirinin katıksız olmadığını için için bilmemizden…

Belki de bu yüzdendir bütün ‘renklilikler’ karşısında yine de S/B fotoğrafları çok sevişimiz, ne dersin? Renklerin hepsini/grinin her tonunu barındırdıklarından, yani bir bakıma gerçeğin asıl görüntüsü olduklarından…:)

Nereden çıktı şimdi bu konu da oturup yazdım yine?
Kendimi dinleyerek-dillendirerek-tartışarak geçirdim son bir-iki günü. Belki sen de yapmışsındır aynı şeyi. Yapmadıysan da yap derim.
Çünkü çok iyi geliyor, önündeki o boya kovalarının bir kez daha farkına varmak, o fırçayı avucunun içinde hissetmek…
Çok isterdim, örneğin karşılaşan iki insanın birbirindeki gri tonları da algılayabilmesini, aralarındaki alanın rengi gereğinden fazla koyu ise elindeki fırçanın onu açmaya da yarayabileceğini görmesini. Yani o boyaların hayatın her alanında, her türlü durumda-koşulda-bağlantıda-ilişkide-çatışmada-barışmada ne kadar kullanışlı olduğunu fark edebilmesini…

Siyahla beyaz arasında gidip gelmiyoruz, grilikler içinde dolaşıyoruz aslında. Tonunu ayarlamanın zaman zaman da olsa sadece bizim elimizde olduğu grilikler…

Yaşamın ne tam siyah ne tam beyaz, ‘gri’ oluşunu seviyorum.
Gri’yi seviyorum, bana sunduğu seçenek bolluğunu seviyorum. Sen de sev.
Hayatı seviyorum, sen de sev.
Ha, seni de seviyorum elbet, hem de çok.

Evet, hep olduğu gibi, sevgiler…:)

























25 Mayıs 2015 Pazartesi

KARAMSAR/İYİMSER

Birkaç ‘karamsar’ arkadaşım, dostum var.

Özellikle belli bazı olayların ardından, belli koşullarda ve belirli bir süre için yaşanan karamsarlık, herkes için geçerli sanırım. Hepimizin “Batsın bu dünya!” dediğimiz zamanlar olmuştur. Ama, o yaşananın yoğun etkisiyle birlikte bu duygu da giderek hafifler, sonunda kaybolur.
Bir de karamsarlığı fena halde içselleştirmiş, bu dünya üzerindeki duruşunu buna ayarlamış olanlar var ki, onları memnun görmek imkânsız gibi… Hani, yanlarında biraz uzunca kalırsan seni bileklerini kesip bu azaba son verecek hâle getirenler…

Beni asıl şaşırtan, karşısında ne yapacağımı bilemez durumda bırakansa, bunların dışındakiler.
Yani, bir yandan her türden iyiliği-güzelliği görüp, değerlendirip, onlardan zevk almayı bilen, öte yandan da kendi yaşamını alabildiğine karartanlar… Veya öyleymiş gibi durmayı yeğleyenler…
Böyle tanıdıklarım da var…
Onlara, özellikle de çok önemsediğim birine seslenmek gelir içimden hep, şöyle bir yakalarından tutup sarsmak isterim:

Bak cancağızım;
Benim hep gülümsemeye çalışarak iyimserliğimi özenle korumama bakıp “Amma da salaksın,” diye düşündüğünün ama bunu kibarlığından böyle açıkça dillendirmediğinin farkındayım.
Takındığın tutumla, hayatta görmeye-tatmaya-sevmeye-yaşamaya değer iyilikler ve güzellikler olmadığını, olduğuna inanmanın da bir çeşit salaklık belirtisi sayılacağını anlatmaya çalışıyorsun ya…
Hem de bunu birbirinden güzel ve seçkin davranışlarla-sözlerle-resimle-müzikle ve bulabildiğin her türlü araçla-yolla yapıyorsun ya…
İyi düşün.
İyilik-doğruluk-güzellik-ahlâk-adalet-aşk-sanat-edebiyat…….. gibi yaşamı değerli kılan ne varsa değerini biliyorsan, yokluklarında üzüntü duyuyorsan, onları arıyor-buluyor-dokunmaya çalışıyorsan, neren karamsar olabilir ki senin?
Ve bu durumda benim iyimserliğimle senin karamsarlığın aynı noktada buluşmuyor mu?

Hem, benim iyimserliğim o kadar yersiz, anlamsız, gereksiz ve boşunaysa senin için, nasıl oluyor da bu kadar farkındasın bunun?
Hani, bir benzetme yapmak gerekirse, balkonun bir köşesinde terkedilmiş, içinde kupkuru iki avuç topraktan başka bir şey olmayan saksıya inatla su vermekte direnmekse iyimserlerin yaptığı, bırak devam etsinler.
Doğa mucizelerle dolu, bakarsın bir sabah küçücük bir yeşil nokta beliriverir o kuruluğun ortasında. …Ya da hiç belirmez…
İyimser için önemli olan o umudu beslemektir temelde, yalnızca toprağı değil.
Ve sen, bütün o karamsar duruşun içinde iyilikleri ve iyimserleri izlemekten hâlâ vazgeçmediysen, sandığın ya da iddia ettiğin kadar karamsar da değilsin demektir. Yani o iyimser, senin umuduna da can suyu vermektedir bir yandan… Sen de için için bilmektesin bunu.

Bak ne diyorum sana, sevgili ‘karamsar’ dostum:

Kendine pek yakıştırdığın o giysi, hiç de sandığın gibi ‘şık’ durmuyor sende. Her şeyden önce üzerine göre dikilmemiş, o besbelli.
Belki bir dönem çok üşüdün, onu buldun, onu giydin.
Ama iyimserliği –haydi ‘aşağılamak’ demeyeyim- hafife almak için kullandığın bütün yollar-araçlar, o giysiyi delik-deşik ediyor zaten. En iyisi hepten çıkart, at onu.

Sana “Bugünden tezi yok, iyimser ol,” demem, diyemem.
Ama “Artık karamsar olma,” derim, diyebilirim, diyorum.
Emin ol, bunu yaparsan, pekâlâ hayal etmekten korktuğun kadar güzel olabilir bu hayat.

İyimserlik bir çeşit dilek beyanıdır aslında, hatta bazen de bir talep:

Haydi gel, sen de gülümse! Gülümse ki 'iyimserlik' biraz daha anlam kazansın!


Sevgiler sana, iyi ol… Çok…:)

























(Fotoğraf: Sergio Larrain)



24 Mayıs 2015 Pazar

YARA İZİ


Sevgili bunu okuyan dostum, anlatmış mıydım sana:

Bir zamanlar; yıllar, yıllar önce fena halde âşık olmuştum…
Fena halde?
‘Aşk’ ile ‘fena hal’ aşağı-yukarı aynı şey zaten ya, neyse…:)
Fena halde âşık olmuştum; öyle ki sonunda yanımda-yöremde kim varsa onların hayatlarını da savurmacasına, dağıldım. Hani ‘lime lime oldum,’ desem yeridir. O güne kadar hiç yaşamadığım-görmediğim bir sıkıntının, bir bakıma tam bir sefaletin ortasına attım kendimi. Sağlık sorunları yaşadım. O süreçte tanıdığım ve beni tanıyan herkesin yok olmasını diledim. Kimseyi görmeyeyim, tek bir ses duymayayım… “Ben niye yaşıyorum ki?” dedim sıklıkla, ama ölmekten daha fazla korkup yaşamaya devam ettim. Hem maddi hem manevi boyutta epeyce süründüm ve ardından, yavaş yavaş, yeniden doğruldum. İyi ki…

İyi ki, çünkü çok şey öğrendim.

Her şeyden önce, üzerinde “Ay ne zamandır âşık olmuyorum,” gibi cümleler bile kurulabilen, gündelik-sıradan-gelgeç bir şeymiş gibi adlandırılan şeyle sahiden ‘âşık olmak’ arasındaki fark nedir, biliyorum. Ve onun, hayatta yalnızca bir tek kez yaşanacak bir şey olduğunu da biliyorum artık. Öyle bir sancıya hiçbir yürek de beden de bir ikinci kere katlanamaz zira…
Bir insanın bir diğerine öylesi bir yoğunlukla tutulmasının aslında son derecede sağlıksız, ömürsüz bir hal, iki tarafı da hiçbir yere ulaştırmayacak bir çeşit hastalık olduğunu da öğrendim.
Bir hastalık, ama herkesin yaşaması gereken… Yaşaması ve tanıması gereken bir hastalık…

İyileşip, aradan da belli bir zaman geçtikten sonra o kişiyle karşılaştığında kendine inanamıyorsun meselâ, “Bunun için miydi onca şey?” diye hayretler içinde kalıyorsun. Kuşkusuz bu, o kişinin değersiz olduğu falan anlamına gelmiyor; senin için artık hiç tanımadığın-bilmediğin bir yabancı gibi olabilmesine şaşırıyorsun. Ve aynı zamanda bu soruyu sorabilmenin ne kadar büyük bir kazanç olduğunu fark ediyorsun.
Sana öyle bir ‘aşk’ın bir çeşit delilik-şuursuzluk nöbeti olduğunu, aslolanın anlamlı ve derin bir ‘sevgi’, daha da derinleşirse sağlam bir ‘sevda’ olduğunu öğrettiği için minnet duyuyorsun o kişiye. Var olduğu sürece korunup kollanması, sahip çıkılması gerekenin ne olduğunu öğrettiği için…

Şöyle de diyebilirim:
Aşk, sen kendi halinde yolda yürürken evlerden birinin balkonundan başına düşen saksı gibi bir şey. Sersemliyorsun, hatta bir süre için bilincini de kaybediyorsun, kafan yarılıp kanıyor da; ama sonra geçiyor hepsi, kendine geliyorsun. Geriye, sana o ‘aşk’ dediğinin ‘kafana düşen irice bir saksı’ olduğunu ömür boyu hatırlatacak dikiş izleri kalıyor, yoluna devam ediyorsun.
İşte bunadır o minnet.
Çünkü ancak böylesi bir deneyimi cebine koyduktan sonradır ki neyi neden yaşadığını, yaşamakta olduğunun ne olduğunu, onu nasıl yaşaman gerektiğini daha iyi değerlendirebiliyorsun.

Ve gün geliyor, birisi çıkıyor karşına. Ona bakıyorsun, görüyorsun, dinliyorsun, izliyorsun. Bu kez öyle beklenmedik bir anda ve şekilde başına gelmiyor o duygu; doğuyor ve yavaş yavaş büyüyor içinde.
Ve tam da o cebindeki deneyim, o kafandaki yarık izi sayesinde, her aşamasını farkında olarak izliyor, yaşıyorsun. O aşamaların her birini, bilinçle destekliyor, yön veriyor, geliştiriyorsun. Aksamaları görüyor, halletmeye çalışıyorsun. Sevmeyi öğrendin ya, dinlemeyi-anlamayı-düşünmeyi-affetmeyi-af dilemeyi, hepsini ve bunların paha biçilmezliğini de biliyorsun artık.

Peki, böyle olunca ille de bir ‘mutlu son’a varılıyor mu?
Yaşadıklarından mutluluk payı çıkartmaktan ne anladığına bağlı o. ‘Mutlu son’ nedir, ya da var mı öyle bir şey sence, ona bağlı…
Elbette böyle bir duygu için en arzu edilecek gelecek, onu yaşama geçirip paylaşmak, muhatabıyla birlikte çoğaltmak-geliştirmektir.
‘Sevmek’ten seninle aynı şeyi anlayan biriyle el ele verebilmek, elbette çok mutluluk verici. Tadından yenmez yani..:)))
Ama bence bu olmuyor ya da henüz olmamışsa bile, o kişiyi gördüğünde-dinlediğinde-okuduğunda, yani herhangi bir yolla bağlantı kurduğunda için titriyorsa, bu da mutluluk değil midir? Bunu hissedebilmek, mutluluğu da taşıyan bir umut kaynağı değil midir? O umudun yaşattığı sevincin değerini neyle ölçebilirsin?

Anlatmak istediğim de bu galiba.
İyi, daha iyi, daha da iyi yaşamayı, kıymet bilmeyi, yaşamış olduklarımızdan öğreniyoruz. Başımıza gelenlerden, üstesinden geldiklerimizden, bizi ezerek geçenlerden, parçalayanlardan-parçalarımızı toplayanlardan… hepsinden.

Bütün bu bilgiyi ne kadarıyla kullanır, ne kadar yararlanırsak, sonunda ortaya çıkartıp yaşamayı becerebildiğimiz hayat, o ‘mutlu son’un ta kendisidir işte.

Yani dostum, yaşadıkça öğrendiklerimizi hiçbir kitapta, romanda-öyküde-şiirde bulamayız. Onlar, yazanların gördüklerinden-yaşadıklarından öğrenebildikleri, anlayabildikleri kadarını anlatır bize.
Sen sen ol, arada bir dön bak geriye, ceplerini yokla, fazlalıkları at, başındaki izi teşekkürle okşa ve ondan sonra cesaretle at adımlarını. 'Göze alarak', sevinçle, hevesle...
‘Sahici sevgi’ye doğru. Sevgiyle.
Bak bakalım hayat nasıl oluyor o zaman…

Sevgiler sana… İyi ol, e’mi?...:)
 




























(İllüstrasyon: Chiaki Okada)